31 Mart 2013 Pazar

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Türkiye’yi nasıl lale ihracatçısı yaptı?

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Türkiye’yi nasıl lale ihracatçısı yaptı?

Katar’ın kamu satın almaları yoluyla KOBİ’lerini nasıl destekleyebileceği ile ilgili davetinden geçen hafta bahsetmiştim.
Milyarlarca dolar satın alma gücüne sahip olan Katar, bunu kendi işletmelerine nasıl aktarabileceğini araştırıyor. Mayıs ayında (kamu) satın alıcılarla kendi KOBİ’lerini bir araya getiren konferans ve fuardan oluşan bir düzenleme yapıyorlar. Benim görevim de bu konudaki modelleri anlatmak.
        Yine geçen hafta bu köşede, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin lalecilikten başlayarak çiçek yetiştiriciliğini satın almalarla destekleyerek nasıl gelişmesine önayak olduğunun da altını çizmiştim. Şimdi bu tecrübeye daha ayrıntılı bakalım. Bu “vaka” analizini Katar’da da savunma sanayi örnekleriyle birlikte Türkiye tecrübeleri olarak anlatacağım.
Arpadan laleye Konya çiftçisi Ali Yetgin
    Arka plandan başlayalım. İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Başkanı Kadir Topbaş, İstanbul’u lalelerle donatmak istiyor. İlk başta bir miktar ithalat yapılıyor ancak bir taraftan “Laleleri Türkiye’de nasıl ürettiririz?” diye düşünüyor. Malum, lalenin anavatanı İstanbul. Türk ve Osmanlı kültüründe bahçecilik oldukça gelişmiş. 16. yüzyılda İstanbul’u ziyaret ederek imparatorluktan İspanya’ya karşı destek isteyen bir Hollanda elçisi tarafından birkaç lale soğanı Hollanda’ya götürülüyor. Sonra Hollanda’da bir lale saplantısıdır gidiyor. Öyle ki, lale fiyatları akılla açıklanamayacak seviyelere çıkıyor. Bir araştırmacıya bakılırsa bazı soğanların fiyatı bugünün parasıyla birkaç yüz bin Euro’ya kadar yükseliyor. Birileri bunun akılla açıklanamayacak fiyatlar olduğunu fark edince diğerleri de uyanıyor ve tarihin ilk finansal balonu patlıyor. Yani, tarihin ilk finansal balonundan bir ölçüde bizler de sorumluyuz.
    Hollanda’nın lale aşkı balon patladıktan sonra da dinmiyor. Öyle ki bu yüzyılda Hollanda’nın ihmal edilemeyecek ihraç ürünlerinden birisi oluyor lale.
    Türkiye ise lale üretmeyi unutmuş. Lale ihracatçılarını bırakın, yetiştiricilerini bulmak bile zor.
    Kadir Topbaş’ın İstanbul’un lalelerle donatılması fikri lale üretiminin “yerlileştirilmesi” fikrine dönüşünce, iş lale üretebilecek yetiştiriciler aramaya geliyor. Önce Hollanda ve önemli üreticiler ziyaret ediliyor. Bunlardan birisinin yaşlı üst düzey yöneticisi Kadir Topbaş başkanlığındaki heyete “Bir gün Türklerin gelip bu soruları soracaklarından emindik.” diyor.
    Aranan ilk yetiştirici Konya’da bulunuyor; Ali Yetgin (Asya Lale/Florex), arpa, buğday üretimi yaparken lale üreticiliğine kafayı takmış, iki oğlunu eğitim ve staj için Hollanda’ya göndermiş bir çiftçi. İlk aşamada bazı aletleri de ithal etmiş. Üretime başlamış ancak “pazara erişemeyince” tarlalarındaki üretimi tekrar standart ürünlere yöneltmiş.
    Ali Yetgin, karşısında alım garantisi öneren İBB yetkililerini görünce kısa sürede üretime başlamış. İlk yıl 400 bin civarında soğan üretilmiş ve İBB’ye satılmış. Üretim bu destek üzerine her yıl artmış. Tabii bu arada iç ve dış pazarlar bulunmuş. Bugün Ali Yetgin’in üretim kapasitesi 50 milyon soğana çıkmış; asıl pazarı marketler haline gelmiş. İç ve dış pazarda birçok müşterisi var. Azerbaycan, İran, Türkmenistan gibi ülkelere ihracat yapıyor; üretimin yüzde 20’si ihraç ediliyor. 10-15 Nisan’da Çatalhöyük ve İsmil’deki tesislerde lale açma günlerinde misafirler Türkiye’nin her  yerinden ve yurtdışından gelen misafirleri ağırlıyor ve “aş kaynatıyor” Asya Lale.
Şile’den İzmir’e çiçek kooperatiflerine öncülük eden İBB
İBB benzer alımları Şile’den de yapmış. İBB, Şile’deki çiftçilere alım garantili çiçek yetiştiriciliği önerisi yapmış. Birkaç köyde uygulanmış program başlangıçta. Çiftçilere seralar yapılmış. Tohumlar dağıtılmış. İlk hasattan sonra diğer köylüler de üretime başlamış. Hızlı bir kooperatifleşme yaşanmış Şile’de. Geçen yıl 5 milyondan fazla çiçek yetiştirilmiş bölgede kooperatifler tarafından.
    Aynı süreç İzmir Bayındır’da da yaşanmış ve burada da kısa sürede 40 milyonluk üretime ulaşılmış. Kısa sürede iç ve dış pazara ulaşılmış.
Neden yerlileştirelim?
Bu “yerlileştirilme” süreci sonucunda neler kazanıldı:
    Alım kararı verilen laleler ithal edilmek yerine yurtiçinde üretilince döviz yurtiçinde kaldı.
    İstihdam da yurtdışına kaydırılmadı; Türkiye’de kaldı.
    Yurtiçinde lale ve çiçek yetiştiriciliği gelişti, ihraç potansiyeli oluştu. Yani Türkiye yeni bir yetenek/kabiliyet kazandı ya da geliştirdi.
    İBB bu politikasıyla ilgili bir “etki değerlendirme” çalışması yaptırmamış. Böyle bir çalışma yapılsaydı size etkileri artı ve etkisiyle daha net söyleyebilecektim.
    Bu örnekleri artırmak ve bunu koordineli yapmak gerekiyor. Hâlâ birçok kamu kurumu satın almacıları, teknik şartnamelere ‘ürünün 3 yıl Avrupa’da denenmiş olması gerekir’ gibi maddeler koyduruyor. Bu durum, Türkiye’nin içinde olmadığı bir ülke grubunun şirketlerine “destek” anlamına geliyor. Bu alıcıların çoğu aldıkları teknik donanımın özelliklerinden de maalesef bihaber; bu yüzden şartnameleri de bizzat yabancı tedarikçiler hazırlıyor zaten.
    İBB’ye tebrikler; bu bilincin darısı diğer belediyelerimize…

Murat Yülek

 http://www.zaman.com.tr/ekonomi/istanbul-buyuksehir-belediyesi-turkiyeyi-nasil-lale-ihracatcisi-yapti_2072117.html

'Toprak analizi' kaliteyi artırdı

'Toprak analizi' kaliteyi artırdı

31/03/2013 10:50
Seracılık ve narenciye üretiminden yılda yaklaşık 40 milyon TL gelir elde eden Alanyalı üreticiler, toprak, yaprak ve sulama suyu analizleri ile ürün kalitesini de artırdı.
ALANYA - Antalya 'nın Alanya İlçesi'nde 26 bin 152 hektar alanda örtü altı ve açık arazi koşullarında sebze ve meyve üretimi yapan yaklaşık 15 bin çiftçi, gelirlerini artırmak amacıyla kaliteli ürün yetiştirmeye yöneldi. Gıda, Tarım ve Hayvancılık İlçe Müdürlüğü ile Ziraat Odası'nın teşvik etmesiyle yılda ortalama 500 çiftçi, toprak, yaprak ve sulama suyu analizi yaptırarak, bilinçli üretime geçti. Üretim alanlarından alınan numunelerin, 'Toprak, Yaprak ve Sulama Suyu Analiz Laboratuarı'nda çıkan sonuçları, çiftçilere elden, faks, e-posta veya posta yoluyla bildiriliyor. Gerektiğinde numune alımı için çiftçilere üretim alanında teknik destek de veriliyor. Toprak analizi yaptıran çiftçilere dekar başına 2.5 TL destek ödemesi yapılıyor.

EKONOMİK KAYIP ÖNLENİYOR
Alanya Gıda, Tarım ve Hayvancılık İlçe Müdürü Mehmet Rüzgar, 2001 yılında açılan 'Toprak, Yaprak ve Sulama Suyu Analiz Laboratuvarı'nda bugüne kadar yaklaşık 6 bin 500 çiftçinin analizinin yapıldığını söyledi. Laboratuvarda uzman 2 ziraat mühendisi, 1 ziraat teknisyeni ve 1 yardımcı personelle üreticiye hizmet verildiğini belirten Rüzgar, şöyle dedi:

"Üretim alanından, 5-6 değişik noktadan yaklaşık 30 santimetre kazmak suretiyle yaklaşık 1 kilo toprak alınarak laboratuara getiriliyor. Toprak analizinde bitkiler için gerekli olan besin elementlerinin değerleri tespit ediliyor. Toprak analizini tamamlayıcı özellikteki yaprak analizini de yapıyoruz. Ancak toprak analizinin önemi çok fazla. Elementlerin eksikliği veya fazlalığı bitkilerde değişik sorunlar yaratıyor. Bu da ekonomik kayıplara neden oluyor."

Sonuçları genellikle elden teslim ederek yetiştirilecek ürün, sulama sistemi ve gübre konusunda tavsiyelerde bulunduklarını anlatan Rüzgar, analizler sonucu alınan önlemlerle çiftçilerin ekonomik kaybının da önlendiğine dikkati çekti.

TOPRAK ANALİZİ KAZANCI ARTIRIYOR
Bilinçli çiftçilerin son yıllarda düzenli olarak toprak analizi yaptırmaya başladığını dile getiren Alanya Ziraat Odası Başkanı Turgut Musluoğlu ise "Analiz sonuçlarına göre alınan önlemler üretim giderlerini azaltıyor. Verim miktarı, mahsulün kalitesi ve tonajı artıyor. Ancak ilçe genelinde yaklaşık 15 bin çiftçi olduğunu düşünürsek, bilinçli üretim yapan çiftçi sayısının yine de yetersiz olduğunu söyleyebiliriz" diye konuştu.

Alanya ve Gazipaşa'da yılda 70- 80 bin ton arasında muz üretimi yapıldığına işaret eden Alanya Muz Üreticileri Birliği Başkanı Hüseyin Güney de tarım alanlarındaki daralmaların, örtü altı üretimle dengelendiğini savunarak, ürün kalitesinin de analizler sayesinde artırıldığını kaydetti.

DHA - Teoman ERİŞ

 http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1127445&CategoryID=80

23 Şubat 2011 Çarşamba

Sağlığımız için yerli tohum seferberliği


21/02/2011 - 19:50:14
Sağlığımız için yerli tohum seferberliği

Ne olduğu belirsiz ithal tohuma mahkum edildiğimiz bu kötü günlerde yüzümüzü güldürenler de var
Akdeniz Üniversitesi bilimadamlarının, Anadolu’yu köy köy dolaşarak topladıkları yerli tohumlarla, üniversite yerleşkesindeki 17 dekar alanda ürettikleri tamamen yerli ürünler, yakında sofralardaki yerini alacak. Akdeniz Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. İsrafil Kurtcephe Türkiye’de tarım sektöründe ithal tohumların daha çok kullanıldığını ve ülkenin ithal tohuma büyük miktarlarda para ödemek zorunda kaldığını kaydetti. Antalya’nın Türk tarımında önemli bir yeri bulunduğuna değinen Kurtcephe, bu amaçla üniversite olarak, yerli tohum üretiminde çalışmaya karar verdiklerini anlattı.

Sağlık garantili
Tohumculuk Araştırma Merkezi ve Antalya Teknokenti bilimadamlarının Türk insanına sağlıklı ürünler sunabilmek için çalıştığını belirten Prof. Dr. Kurtcephe, “Kıymetli bilimadamlarımız sayesinde ülkemizi dışa bağımlılıktan kurtaracak, insanlarımıza sağlıklı olduğundan emin olduğumuz ürünler sunacak çalışmalar bunlar” dedi. Kurtcephe, bu amaçla Akdeniz Üniversitesi Yerleşkesinde bir üretim tesisi kurduklarını, tamamen yerli sermayeyle oluşturulan bu tesiste yerli tohum üretmeye başladıklarını bildirdi. Burada üretilen ürünlerin tamamının yerli olduğuna değinen Kurtcephe, şöyle konuştu: “Buradaki ürünler dışarıdan gelen tohumun eseri değil. Anadolu’da asırlardır yaşayan, kaybolma riski olan ürünleri ihya ediyoruz” dedi.
Kendimize yeteceğiz
Teknokent bünyesinde tarım çalışmaları yürüten Türkiye’nin ilk üniversitesi olan Akdeniz Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Samancı, “Türkiye’nin bütün sınır kapıları kapansa, kendi tohumumuzu üretebilecek kapasiteye sahibiz. Şu anda üniversite içindeki seralarımızda deneme üretimine başladık. Bir, iki yıl içinde halka satışa da başlayacağız” dedi.

http://www.yg.yenicaggazetesi.com.tr/habergoster.php?haber=46358

Bal arılarını kendi elimizle öldürüyoruz


Bal arılarını kendi elimizle öldürüyoruz

Türkiye’nin ayçiçeği üretiminin yaklaşık üçte birini sağlayan Tekirdağ’da, ayçiçeği tohumlarında kullanılan “imidacloprid” maddesine ruhsat vermeyen Tarım ve Köyişleri Bakanlığı gerekli denetimi yapmadığı için, polenlerin büyük bölümünü ayçiçeklerinden sağlayan bal arıları ölmeye başladı. Tarım İl Müdürlüğü Bitki Koruma Şube Müdürü Hanefi Türkaslan, bu maddenin daha çok mısır tohumlarında kullanıldığını belirterek, “Aynı zamanda, toprak altı ilaçlamada kullanılan bir ilaç ve Tarım ve Köyişleri Bakanlığı tarafından ruhsat verilmeyen bir madde. Tekirdağ’da, yaptığımız araştırmalarda 7 tohum firmasından 2’sinde arı ölümlerine yol açtığını sandığımız ”imidacloprid“ maddesine rastlandı” dedi.

Fransa bu ilacı yasakladı
Namık Kemal Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarımsal Biyoteknoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yard. Doç. Dr. Devrim Oskay ise özellikle ayçiçeği ve kanola da “imidacloprid” denen maddenin kullanıldığını belirterek, “Daha önce bu kimyasalı kullanan Fransa, bal arısı kolonilerine olumsuz etkisinden ve arı kayıplarına sebep olduğu için ilacı yasakladı” diye konuştu. Oskay, bal arılarının bitkisel üretime olan katkısının arı ürünlerine göre 10 kat daha fazla olduğuna dikkat çekerek, “Bal arıları olmazsa, bitkisel üretim çöker. Arı ölümleri, ileri ki yıllarda yiyecek üretiminin yüksek oranda düşmesine neden olabilir” diye konuştu.

http://www.yg.yenicaggazetesi.com.tr/habergoster.php?haber=46411

1 Ağustos 2010 Pazar

BİR AĞUSTOS BALKON PEMBELERİNDE DURUM










Bu sene ne yazıkki Pembeciklerime çok zaman ayıramadım. Hem çimlendirmede geç kaldım hem uygun toprak ayarlayamadım. Fakaaat kızlarım anladılar benim çok yoğun olduğumu ve ilgisizliğimi yüzüme vurmadılar ve yine döktürdüler. Üstelik doğru düzgün toprakları olmamasına rağmen.
Koltuklardan aldığım 4-5 tane filizi atmaya kıymadım ve onlarıda suya koyup köklendirdim ve ektim. Fakat bunlarda çok ilginç birşey oldu bu fidelerde çiçeklerin sadece dış yeşil kısmı kocaman oldu ama içinde sarı çiçeği ya olmadı yada küçücük oldu. Nedendir bilemedim. Domates olacaklarmı çok merak ediyorum.

20 Temmuz 2010 Salı

Deterjandaki büyük tehlike



Akdeniz Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Bülent Topkaya, deterjan üreticilerinin Avrupa’da yüzey sularında canlıların yok olmasına neden olabilen fosforu kullanmamalarına rağmen Türkiye’de aynı marka deterjanları fosforlu ürettiklerini belirtti
Akdeniz Üniversitesi Çevre Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Prof. Dr. Bülent Topkaya, bir bitki besin maddesi olan fosforun su kaynaklarında tam bir gübreleme etkisi yaptığını söyledi. Fosforun ötrofikasyona neden olduğunu belirten Topkaya, sulak alan ekosistemlerini bozarak burada yaşayan kuş, balık ve diğer canlıların azalmasına ya da yok olmasına neden olabileceğini dile getirdi. Ötrofikasyonun, (Atıklarla gelen aşırı besin maddelerinin vejetasyonu uyarmasıyla göllerin çözünmüş oksijen yokluğu sonucunda ölmesine kadar gidebilen yaşlanma süreci) ileri safhalarında oksijen tükeneceği için ilgili sistemin önce bataklığa sonra çayıra dönüşerek su formundan kara formuna geçtiğini ifade eden Topkaya, bu nedenle çoğu Avrupa ülkesinde deterjanlarda fosfor kullanılmadığını kaydetti. AÜ Çevre Mühendisliğinde yapılan bir araştırmada evsel atıksu arıtma tesislerine giren atıksu ve çıkan arıtılmış suyun içerdiği fosfor konsantrasyonlarının izlendiğini belirten Topkaya, yapılan analizlere göre tesislere giren suda bulunan fosforun yaklaşık yüzde 50’sinin deterjanlardan kaynaklandığını vurguladı. Biyolojik arıtma tesislerine giren fosforun yaklaşık yüzde 40’ının uzaklaştırılabildiğini ifade etti. Bu durumda çıkış sularının doğrudan kıyı alanlarından denize karıştığı ve kıyı alanlarının rekreasyon amacıyla kullanıldığı bölgelerde bitkisel üretimin artmaması için fosforun sudan uzaklaştırılması gerektiğine işaret eden Topkaya, bu amaçla biyolojik arıtmaya ek olarak kimyasal arıtım uygulanması gerektiğinin altını çizdi.

Yüzde 30 fosfor kullanılıyor

Topkaya, Türkiye’de satılan deterjanlarda, suyu yumuşatmak için yüzde 30 oranında fosfor kullanıldığını belirterek, şunları söyledi: “Otomatik çamaşır makinelerinin yaygın olarak kullanılması ile otomatik makine deterjanlarına talep artmış ve 1990’ların başında matik deterjanlar ithal edilmeye başlanmıştır. Bunların ambalajlarının üzerinde fosfor içermediklerine yönelik ibareler bulunmaktadır. Talebin artması ve üretimin Türkiye’de yapılmasıyla deterjanlarda fosfor kullanımına devam edilmiştir.
İtalya’da atıksuda bulunan fosfor miktarının yüzde 50’sine deterjanların neden olduğunun saptanmasının ardından bu maddenin kullanımı yasaklanmış, yüzey sularında olan toplam fosfor yükü yılda 59 bin tondan 45 bin tona gerilemiştir. Avrupa’da eğer deterjanlar fosforsuz üretilebiliyorsa kanunen de yasaklanmışsa, deterjan firmalarında Türkiye’de de artık yavaş yavaş bu yıl içinde teknolojik dönüşümü sağlayıp aynı kalitede deterjan üretmelerini bekliyoruz.”

Arıtma maliyeti artıyor

AB’ye uyum sürecinde önümüzdeki 3-5 yıl içinde arıtma tesislerine yönelik büyük yatırım gerektiğini belirten Topkaya, “Türkiye’de 2 bin 900’den fazla belediye var. Bunların yüzde 10’unun arıtma tesisi var. Yüzde 90’ına arıtma tesisi yapılacak. Bunların hepsinin suyu denize, göle karışmıyor. Ama karıştıkları yerlerde ekosistemde kirlenme yaratıyor” dedi. Atıksu Arıtma tesislerinde biyolojik/kimyasal fosfor uzaklaştırma yöntemleri kullanıldığını dile getiren Topkaya, bu işlemlerin tesis maliyetinin yanı sıra çamurdaki fosfor konsantrasyonunu da arttırdığını kaydetti. Türkiye’de de kamu ve çevre yararı göz önünde tutularak kısa zamanda deterjanlarda fosfor kullanımına son verilmesi gerektiğini vurgulayan Topkaya, “Binlerce arıtma tesisine fosfor uzatma tesisi yapacağımıza, fosforsuz deterjan kullanalım. Ülke olarak ulusal düzeyde daha büyük avantajı var ki adamlar kaynağından yasaklamış. Çevreye daha saygılı dost bir deterjan beklemek hakkımız” diye konuştu.

Avrupa’da kullanılmıyor

Topkaya, Türkiye’de deterjanların yüzde 95’inin fosforlu üretildiğini, yılda kişi başına 10 kilogram deterjan tüketildiğini söyledi. Fosforun yüzde 50’sinden fazlasını küçük değişikliklerle uzaklaştırmanın mümkün olduğunu ifade eden Topkaya, Finlandiya’da kişi başına yılda 3.8 kilogram, İsveç’te 4.5, Norveç’te 4.9, Danimarka’da 6.5, Hollanda’da 7.5, Yunanistan’da 10.2, Fransa’da 11.8, Portekiz’de 12.2, İspanya’da 12.4, İtalya’da 12.9 kilogram deterjan tüketildiğini kaydetti.
AB ülkelerinden Hollanda, Norveç, İtalya, Almanya, İsviçre, Avusturya’da kullanılan deterjanların hiçbirinin fosfor içermediğini belirten Topkaya; Slovenya, Finlandiya, Belçika, İsveç ve Danimarka’da da deterjanların yüzde 80’inden fazlasında fosfor kullanılmadığını söyledi

http://www.yenimesaj.com.tr/index.php?haberno=10003077&tarih=2010-07-20

15 Temmuz 2010 Perşembe

Kiraz gen kaynaklarımız toplanıyor


Kiraz gen kaynaklarımız toplanıyor
Dünyada kiraz üretiminde yıllara göre bazen ilk, bazen de ikinci sırada yer alan Türkiye'nin, bu üstünlüğünü sürdürebilmesi için kiraz gen kaynaklarının toplanması yönünde çalışma yapılıyor.

AA

Trabzon- Ondokuz Mayıs Üniversitesi Ziraat Fakültesi Bahçe Bitkileri Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Hüsnü Demirsoy, dünya üzerinde yaklaşık bin 500 kiraz çeşidi bulunduğunu belirterek, ''Kirazda çeşitlilik başka hiçbir meyve türünde olmayacak kadar karışmıştır. Bunun nedeni de çeşitlerin birbirine büyük benzerlik göstermesidir'' dedi.

Türkiye'nin, seleksiyonla bulunmuş '0900 ziraat' çeşidi dışında dünya pazarlarında tanınan ve kullanılan herhangi bir kiraz çeşidi bulunmadığını ifade eden Doç. Dr. Demirsoy, ''Oysa meyve gen kaynaklarımızdan yararlanılarak yapılacak ıslah çalışmalarıyla gerek kendi ekolojimize uygun, gerekse dünya standartlarında kaliteli çeşitlerin elde edilmesi mümkün olabilir. Biz de bu amaçla Doç. Dr. Leyla Demirsoy, Yrd. Doç. Dr. Taki Demir, Ziraat Yüksek Mühendisi İdris Macit ve Dr. Haydar Kurt ile birlikte 'Kirazın Anavatanı Giresun'da Kiraz Gen Kaynaklarının Tespiti' konulu bilimsel bir proje hazırladık'' diye konuştu.

Kirazın anavatanı olan Giresun'daki kiraz genotiplerinin toplanması, tanımlanması ve bir bahçede toplanacak bu gen kaynaklarının muhafazasının hedeflendiği çalışmaya 2005 yılında başladıklarını anlatan Demirsoy, şunları söyledi:
''Proje Giresun ve Samsun'da yürütüldü. Çalışma kapsamında Giresun ve çevresinde toplanan 42 genotiple 3 farklı anaç üzerinde bir koleksiyon bahçesi kuruldu. Giresun ve çevresinden toplanan genotiplerle kurulan bu bahçede Gisela 5 üzerinde 30, Gisela 6 üzerinde 35 ve Mazzard üzerinde 33 genotip yer almıştır. Amasya'dan getirilen ve bu bahçeye dikilen 14 farklı genotiple birlikte, bahçedeki genotip sayısı 56'ya ulaşmıştır. Dolayısıyla hem yörenin kiraz türleri toplanmış hem de bunlar koruma altın alınmıştır. Bu genotipler bundan sonra yapılacak ıslah çalışmaları için kullanılabilecektir. Denemeye alınan genotiplerde fenolojik gözlemler yapılmış, bazı kombinasyonlarda ise ilk meyveler görülmüştür.''


"Tescil çalışmaları başlatılacak"

Giresun'da oluşturulan bahçede yer alan genotiplerin 3-5 yıl daha mutlaka gözlenmesi gerektiğine dikkati çeken Doç. Dr. Demirsoy, şunları söyledi:
''Çalışmaların devam etmesi amacıyla yeni bir proje hazırlanıyor. 3 yıllık olması planlanan projeyle daha üstün gözüken genotipler belirlenecek. Daha sonra bunlar da çeşit tescil çalışmaları başlatılabilecek. Denemeye alınan Giresun ve çevresinden toplanan 44 genotip üzerinde moleküler düzeyde tanımlama çalışmaları yapılmış, bunların 42 tanesinin birbirinden farklı olduğu tespit edilmiştir. Önümüzdeki yıldan sonra genotiplerimizde çatlamaya dayanıklılıkla ilgili çalışmalar yapılacak, dayanıklı genotipler belirlenecektir.''

Demirsoy, Türkiye'nin ekolojisi, kiraz ihracatındaki gelişmeler ve kiraz üretim potansiyeli göz önüne alındığında, kirazda bu tür çalışmaların yapılmasının isabetli olduğunu vurgulayarak, ''Türkiye dünyada kiraz üretiminde yıllara göre değişmekle birlikte bazen ilk, bazen de ikinci sırada yer almaktadır. Türkiye yılda ortalama 260 bin tonu aşkın kiraz üretmektedir. Bu özellikler dikkate alındığında, Türk kirazını hak ettiği yere getirmek için gen kaynaklarımızı toplamak zorundayız. Gen kaynaklarımızı kullanılabilir durumda araştırmacılara sunmak çok önemlidir. Ülkemiz kirazda bir numara ve bunu sürdürmek zorundayız'' dedi.

Doç. Dr. Hüsnü Demirsoy, bu ve yapılacak benzer çalışmalarda kirazın anavatanı Giresun'daki genotiplerin yerinin çok önemli olacağını belirterek, bahçede toplanan söz konusu gen kaynaklarının ülke biliminin hizmetine sunduklarını kaydetti.

15 Temmuz 2010

http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=157628

Akkuyu'ya nükleer santral yasalaştı

Akkuyu'ya nükleer santral yasalaştı

Mersin Akkuyu'ya nükleer santral kurulmasına ilişkin yasa Meclis'ten geçti. Anlaşmaya göre, santrali kuracak şirketi, Rusya belirleyecek.

AA

Mersin- TBMM Genel Kurulunda, Türkiye ile Rusya Arasında Akkuyu'da Nükleer Güç Santrali'nin Tesisine ve İşletimine Dair İşbirliğine İlişkin Anlaşmayı Onaylayan Kanun Tasarısı, kabul edilerek yasalaştı.

Yasa, 12 Mayıs 2010'da Ankara'da imzalanan işbirliği anlaşmasını onaylıyor.

Anlaşmaya göre, iki ülke; nükleer güç santralinin tasarımı ve altyapı dahil olmak üzere inşası, santralin güvenilir şekilde işletilmesi, santralde üretilen elektriğin alım-satımı, kullanılmış nükleer yakıtın taşınması, santralin sökümü, personelinin eğitimi, Türkiye'deki yakıt üretim tesislerinin kurulması ve işletimi de dahil, nükleer yakıt döngüsü gibi konularda iş birliği yapacak. Bütün bunlar, Türk tarafına mali yük getirmeden yürütülecek.

Anlaşmadaki taraflar; Rusya adına Rusya Federasyonu Devlet Atom Enerjisi Kuruluşu (Rosatom), Türk tarafı adına Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı olacak.

Rus tarafı, anlaşmanın imza tarihinden itibaren 3 ay içinde proje şirketinin kurulması için gerekli işlemleri başlatacak.

Nükleer güç santralinin toplam kurulu gücü 4 bin 800 megawattlik 4 üniteden oluşacak.

Proje şirketi, nükleer güç santrali tarafından üretilen elektrik de dahil olmak üzere, santralin sahibi olacak. Proje şirketi, Rus tarafınca yetkilendirilen şirketlerin doğrudan veya dolaylı olarak başlangıçta yüzde 100 hissesine sahip olacak şekilde, Türkiye'nin kanunları ve düzenlemeleri kapsamında anonim şirket şeklinde kurulacak.

Rus yetkili kuruluşlarının proje şirketindeki toplam payları, yüzde 51'den az olmayacak.


Şirketin başarısızlığından Rusya sorumlu

Rus tarafı, proje şirketinin başarısızlığı halinde, anlaşmadan kaynaklanan yükümlülüklerini yerine getirmek için yeni bir proje şirketi belirlemede sorumluluk üstlenecek.

Proje şirketi, elektrik satın alma anlaşmasının sona ermesinin ardından nükleer güç santralinin her bir ünitesi için işletmeye girişten 15 yıl sonra net karın yüzde 20'sini Türkiye'ye verecek. Bu ödeme, santralin ömrü boyunca devam edecek.

Proje şirketi, ilk 7 yılda 1. üniteyi devreye sokacak. Şirket daha sonra art arda birer yıl aralıklarla 2, 3 ve 4. üniteleri ticari işletmeye alacak.

Türkiye, nükleer güç santrali yapılacak sahayı, mevcut altyapısıyla birlikte bedelsiz olarak, santralin söküm sürecinin sonuna kadar proje şirketine tahsis edecek.

Proje şirketi, Enerji Piyasası Düzenleme Kurulundan (EPDK) elektrik üretimi lisansı almasından sonraki 30 gün içinde, 4 ünite için sabit miktarlı elektriğin alınması amacıyla Türkiye Elektrik Ticaret ve Taahhüt Anonim Şirketi (TETAŞ) ile elektrik satın alma anlaşması imzalayacak.

TETAŞ, proje şirketinden santralde üretilmesi planlanan elektriğin ünite 1, ünite 2 için yüzde 70'ine ve ünite 3, ünite 4 için yüzde 30'una karşılık gelen sabit miktarlarını, her bir güç ünitesinin ticari işletmeye alınma tarihinden itibaren 15 yıl boyunca KDV hariç 12,35 ABD senti/kWh fiyattan satın almayı garanti edecek.

15 Temmuz 2010

http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=157610

14 Nisan 2010 Çarşamba

İLK ÇİMLENEN PEMBELERİM VE DOĞU BEYİN SÜRPRİZ TOHUMU







Pembeli dünyama ve bu dünyamı izleyenlere sevgilerimi sunarak 2010 sezonu tarım yolculuğumuza başlıyorum :)
Yandakilerden alttan iki bebişim 04.04.2010 da toprakla buluşan 8 tokumdan çimlenebilen 4 bebişten ikisi. Ne yazıkki dört tanesi hayatla buluşamadı :(
İnşallah bu dördü sağlıklı fideler ve domatesler olmayı başaracaklar. Gruba yazan üye arkadaşımızın önerisine uyup birkaç tanede direk dışarda tohumla toprak buluşması denemek istiyorum kısmetse bu pazara bakalım onlarda durum nasıl olacak.
Baştaki ne diye sorarsanız bende bilmiyorum. Nalan hn. gönderdiği tohumları almaya gelen Doğu bey sürpriz diyerek 6 adet tohum verdi. İkisini ektim sadece yukarıdaki biri çimlendi. Diğer ikisinide yeni ektim bakalım onlar başaracakmı. Bende merakla bekliyorum ne çıkacağını :)

18 Mart 2010 Perşembe

GDO yasası meclisten geçti

AKŞAM SAGLIK 18 MART 2010, PERŞEMBE
GDO yasası meclisten geçti

Genetik yapısı değiştirilmiş organizmalar olarak bilinen GDO yasası TBMM Genel Kurulunda kabul edildi.Kabul edilen maddelere göre, tasarı; bilimsel ve teknolojik gelişmeler çerçevesinde, modern biyoteknoloji kullanılarak elde edilen genetik yapısı değiştirilmiş organizmalar ve ürünlerinden kaynaklanabilecek riskleri engellemeyi, insan, hayvan ve bitki sağlığı ile çevrenin ve biyolojik çeşitliliğin korunması, sürdürülebilirliğinin sağlanmasını amaçlıyor.
Genetik yapısı değiştirilmiş organizmalar ve ürünlerle ilgili araştırma, geliştirme, işleme, piyasaya sürme, izleme, kullanma, ithalat, ihracat, nakil, taşıma, saklama, paketleme, etiketleme, depolama ve benzeri faaliyetlere dair hükümleri kapsayan tasarı; veteriner tıbbi ürünlerle Sağlık Bakanlığınca ruhsat veya izin verilen beşeri tıbbi ürünler ve kozmetik ürünleri kapsam dışında bırakıyor.
İnsan, hayvan ve bitki sağlığı ile çevrenin ve biyolojik çeşitliliğin korunması ve sürdürülebilir kullanımı gözönünde bulundurularak GDO veya ürünlerinin, ithalatı, ihracatı, deneysel amaçlı serbest bırakılması, piyasaya sürülmesiyle genetiği değiştirilmiş mikroorganizmaların kapalı alanda kullanımına, bilimsel esaslara göre yapılacak risk değerlendirmesine göre karar verilecek. Risk değerlendirme sonuçlarına göre, risk oluşturmayacağı belirlenen başvurular için verilen kararın geçerlilik süresi 10 yıl olacak.
Her bir GDO ve ürününün ilk ithalatı için gen sahibi veya ithalatçı, yurt içinde geliştirilen GDO ve ürünü için ise gerçek ve tüzel kişiler tarafından Tarım ve Köyişleri Bakanlığına başvuru yapılacak. Başvurularda, başvurunun içeriğine ilişkin bilgiler ile GDO ve ürününün ne amaçla kullanılacağı yazılacak.
GDO ve ürünlerinin; insan, hayvan ve bitki sağlığı ile çevre ve biyolojik çeşitliliği tehdit etmesi, üreticinin, tüketicinin tercih hakkının ortadan kaldırılması, çevrenin ekolojik dengesinin ve ekosistemin bozulmasına neden olması, GDO ve ürünlerinin çevreye yayılma riski olması durumlarında başvurular reddedilecek.
TRANSİT GEÇİŞLER DE İZNE TABİ TUTULACAK
Deneysel amaçlı serbest bırakma veya piyasaya sürme amacıyla ilk defa ithal edilecek GDO ve ürünleri için ithalattan önce, yurt içinde geliştirilenler için ise piyasaya sürülmeden önce Bakanlığa ayrı ayrı başvuru yapılacak.
GDO ve ürünlerinin transit geçişinde her bir geçiş için Bakanlıktan izin alınması zorunlu olacak. Transit geçişler, Bakanlık tarafından verilen yazılı izinde belirtilen koşullara ve Gümrük Kanununa uygun olarak gerçekleştirilecek.Araştırma yapmaya yetkili kuruluşlar tarafından bilimsel araştırma amacıyla ithal edilecek GDO ve ürünleri için Bakanlıktan izin alınacak.
GDO ve ürünleri ile ilgili yapılan başvurular hakkında, risk ve sosyo-ekonomik değerlendirmeye ilişkin bilimsel raporlar, kurul tarafından, biyogüvenlik bilgi değişim mekanizması vasıtasıyla kamuoyuna açıklanacak. Kurul, nihai değerlendirme raporu ile olumlu kararını toplantı tarihinden itibaren en geç 30 gün içinde bakanlığa sunmak zorunda olacak.
Başvuru sahibi, geçerlilik süresi dolmadan en az 1 yıl önce Bakanlığa müracaat ederek uzatma talep edebilecek. Bu talep kurul tarafından değerlendirilecek ve sonucu başvuru sahibine bildirilmek üzere Bakanlığa gönderilecek. Sonucun 1 yıllık süre içerisinde başvuru sahibine bildirilmemesi durumunda, izin süresi, karar verilinceye kadar uzayacak.
GDO VE ÜRÜNLERİ, BEBEK MAMALARINDA KULLANILMAYACAK
GDO ve ürünlerinin; onay almadan piyasaya sürülmesi, Biyogüvenlik Kurulu kararlarına aykırı olarak kullanılması veya kullandırılması, genetiği değiştirilmiş bitki ve hayvanların üretimi, GDO ve ürünlerinin kurul tarafından piyasaya sürme kapsamında belirlenen amaç ve alan dışında kullanımı, bebek mamaları ve bebek formülleri, devam mamaları ve devam formülleri ile bebek ve küçük çocuk ek besinlerinde kullanılması yasak olacak.
GDO ve ürünlerinin piyasaya sürülmesinden sonra, kararda verilen koşullara uyulup uyulmadığı, insan, hayvan, bitki sağlığı ile çevre ve biyolojik çeşitlilik üzerinde herhangi bir beklenmeyen etkisinin olup olmadığını, bakanlık kontrol edecek ve denetleyecek.
Kararda belirtilen koşulların ihlali veya GDO ve ürünleriyle ilgili olarak herhangi bir riskin ortaya çıkabileceği yönünde yeni bilimsel bilgilerin ortaya çıkması durumunda karar, Kurul tarafından iptal edilebilecek. Kararı iptal edilen GDO ve ürünleri toplatılacak. İnsan, hayvan, bitki sağlığı ile çevre ve biyolojik çeşitliliğe olumsuz etkisi olduğu tespit edilenler derhal imha edilecek; herhangi bir olumsuz etkisi tespit edilmeyenlerin ise mülkiyeti kamuya geçirilecek.
İzlenebilirliğin sağlanması amacıyla, GDO ve ürünlerinin ülkeye girişi ve dolaşımında, Bakanlığa beyanda bulunulması, gerekli kayıtların tutulması, kararın bir örneğinin bulundurulması ve etiketleme kurallarına uyulması zorunlu olacak. Her bir GDO ve ürününe ayırt edici kimlik verilerek kayıt altına alınacak. Kayıt altına alınan GDO ve ürünlerine ilişkin belgelerin 20 yıl süreyle saklanması zorunlu olacak.
Herhangi bir ürünün, Bakanlık tarafından belirlenen eşik değerin üzerinde GDO ve ürünlerini içermesi halinde; etikette GDO içerdiği açıkça belirtilecek.
Tasarının görüşmeleri 2. bölüm üzerinde sürüyor.

31 Ağustos 2009 Pazartesi

Keramet Neyde acaba :)

Sevgili dostlar,
Pembe Domateslerle yaşadığım aşkdan o kadar çok şey öğrendimki . Öğrendiklerimin içinde en önemlisi ise tecrübe denilen şeyin ne kadar kıymetli olduğu vede tarım denince hele hele balkon tarımı denince öyle 1-2 yıllık tecrübenin çoook yetersiz olduğudur. Neden bu kanıya vardığımı aşağıdaki resimleri inceleyince göreceksiniz.
Bu sene iyi toprak ve gübreyle başladım ilk ürünlerim gayet güzel ve büyük oldu. İkinci üçüncüler ise beklediğim gibi ufak oldular. Toprağın besininin azalmış olduğunu tahmin ettiğim ve fırsat bulup toprak ilavesi yapamadığım için bekliyordum onların fazla büyümemesini.
Ama aşağıdaki resimler beni gerçekten şaşırttı ve ne düşüneceğimi bilemedim. Fidelerimden 2-3 tanesini büyük saksım ve toprağım olmadığı için birini 5 lt.lik diğerini 10 lt.lik pet şişenin ağzını keserek oluşturduğum ve diplerine azıcık toprak koyabildiğim kaplara ektim. Niyetim sonra değiştirmekti ama hiç fırsatım olmadı. 5 lt.lik ve dibinde hemen hemen 2 lt toprak olan ve ilaveten hiç bir şey yapmadığım saksıdan kocaman 10 cm lik bir pembe aldım :) (Aşağıdaki ilk resim )
Diğer 10 lt.lik ve içinde hemen hemen 3-4 lt toprak olanda ise 2 tane yine neredeyse 10 cm lik kızarmaya başladı 4 tanede daha ufak domatesler büyümeye devam ediyor.:)
Şaşkınlık içindeyim ne düşüneceğimi bilemedim doğrusu. Aynı balkonda kocaman kovalara aynı ama bunun 20-30 katı topraktan aldığım ürünlere bakıyorum vede bunlara bakıyorum hiç anlam veremiyorum doğrusu. Muhtemelen devamı gelmeyecek ama zaten büyük saksılardakilerde ilk olanlar büyüktü ama sonrakiler küçücük oldu ve büyümeden kızardılar. Tabi büyüyemedikleri için kabukları kalın kalın oldu.
Belkide diye düşünüyorum böyle küçük saksılarda da büyük domates oluyorsa kocaman saksılarla balkonu doldurmak yerine daha küçük saksılar ama bir sürü fide yapsam daha çok ürün alırım. Nasılsa büyük saksılarda ilk çıkanlardan sonra çok büyük domates olmuyor.
Allah nasip ederse seneye deneyeceğim bunu. Tabi büyük saksıyada ekeceğim yine ve karşılaştıracağım. Bakalım sonuç ne olacak.







5 Ağustos 2009 Çarşamba

AVNİYE HN. BULDUĞU TAVSİYE

3-2-1

With all the wet weather we’ve had this year fungal diseases are already running rampant and the inevitable insect problems are appearing too. The wet weather also makes using synthetic pesticides a little difficult because they barely have time to dry before it rains and washes it off again, so lots of gardeners are using less toxic, homemade versions of insect and disease sprays. Here’s a recipe for a homemade formula that you can use on just about any of your plants.

This is an all purpose fungicide/insecticide spray.
Mix 3 TBS baking soda
2 TBS ivory soap
1 TBS vegetable oil

In a gallon of water. The baking soda is a natural fungicide; the soap an insecticide; and the oil a surfactant and insecticide.

Pour into a sprayer after the soap dissolves and apply to plant leaves—top and bottom-- every few days. When trying this recipe on new plants, spray just a few leaves or a stem and wait 3-4 days to make sure that the plant doesn’t have an adverse reaction.
http://jpdurbin.net/recipes/3-2-1.htm

GÖZLEM GAZETESİNDEKİ YAZI -

Tohumda akılalmaz tezgahın 'yasal' altyapısı hazır..

Yazı Boyutu

Tarih : 12.09.2008
Türk çiftçisine tohumda kurulan tuzak, sadece Tohumculuk Kanunu ile sınırlı değil. 3 binden fazla endemik bitki türünü barındıran Anadolu toprakları, 2004'te yasalaşan Islahçı Hakları Kanunu ile birlikte, devlet eliyle çok uluslu tohumculuk şirketlerinin pazarı olacak.

Kilerine tohumluk ayıran çiftçi Hasan Ağa, 2011'den itibaren bunu pazarda satamayacak. Aksi halde başı çok uluslu tohumculuk şirketleri ile belaya girecek.
Haber: Serkan AKSÜYEK

Tohumculuk Kanunu, kabul edildiği 2006 yılında pek çok tartışmanın odağındaydı. Karşı çıkışların odak noktasını, ağırlıklı olarak özel sektör kuruluşlarından oluşan "Türkiye Tohumcular Birliği" oluşturuyordu. Oysa, bu kanunu tek başına ele alıp eleştirmek, tohumculuk şirketlerinin ekmeğine yağ sürüyordu.

Türkiye'nin tohumculukta adeta teslim alınmasını amaçlayan süreç 8.1.2004 tarihinde yasalaşan 5042 sayılı Islahatçı Haklarının Korunması Kanunu ile başladı.
Birbirini tamamlayan bu iki kanun, önce tohum ıslahı yapan şirketlerin haklarını düzenledi, daha sonra devlet eliyle ıslahçı şirketlere pazar yaratılmasının güvencesini sağladı.
5 yıllık geçiş süresinin sonunda, Türk çiftçisi ve Türk halkı bu gerçeği çok daha acı deneyimlerle yaşayacak.

Şimdi sondan başa giderek, Türkiye'nin nasıl bir kumpasın içine sokulduğunu aktaralım.

Kayıt sorunluluğu

31.10.2006 tarihli Resmi Gazetede yayınlanan 5553 sayılı Tohumculuk Kanunu'nun 5. maddesinde, "Bakanlık tarafından, bitkisel ve tarımsal özellikleri belirlenerek sadece kayıt altına alınan çeşitlere ait tohumlukların üretimine izin verilir" deniliyor.

Aynı yasanın 7. maddesinde ise "Yurt içinde sadece kayıt altına alınmış çeşitlere ait tohumlukların ticaretine izin verilir" hükmü ile kayıt altın alınmamış, ama çiftçinin yüzlerce yıldır ürettiği ve ticaretini yaptığı tohumların ticaretine kesin bir engel konuluyor.

Peki bu sınırlama ne zamandan itibaren geçerli?
Yasanın geçici 1. maddesinde, bu sınırlamaya ilişkin 5 yıllık geçiş süreci öngörülmüş.
Bu durumda, 31.10.2011 tarihinden itibaren, hemen her çiftçinin yüzyıllardır ürettiği ve kilerinde gelecek ekim dönemi için sakladığı tohumluklar, şayet kayıt altına alınmamışsa, ticarete konu olamayacak.

Yani, elinde fazla tohumu olan çiftçi Hasan Ağa, bu tohumunu komşusuna ya da pazarda ihtiyacı olan diğer çiftçilere satamayacak.
Ya satarsa ne olacak?

Aynı yasanın 12. maddesine göre ilk etapta 10 bin YTL (10 milyar TL), idari para cezasına çarptırılacak. Fiilin tekrarı halinde beş yıl süreyle faaliyetten men edilecek, tohumluklara Bakanlık tarafından el konulacak. Müsadere edilen tohumlukların imha edilmesine karar verildiği takdirde, imha işlemi masrafları çiftçi tarafından ödenmek şartıyla Bakanlık tarafından gerçekleştirilecek.

Zaten yokluklar içinde yaşamını sürdüren çiftçi, borcunu ödeyemezse haciz işlemi uygulanacak, yine ödememekte direnirse mapushane damı görülecek.

O "birisi" kim?

Atadan, dededen, babadan kalma metodlarla üretilen tohum, kayıt altına alınmamışsa, ticareti yapılamayacağı gibi tohumluk olarak kullanımına da izin verilmeyecek. Çiftçinin bu ihtiyacını, üreten birisinden satın alması gerekecek. İşte bütün mesele o "birisi"nin kim olacağı noktasında düğümleniyor..

Haberimizi buraya kadar okuyan okurlarımızın, "İyi de kardeşim ne var bunda, çiftçi gitsin tohumunu tescil ettirsin, ticaretini de yapsın" dediklerini duyar gibiyiz.
İş bununla bitmiyor..

Tohumculuk Kanunu'nun altyapısını hazırlayan bir başka kanun, adeta bu iş için özel olarak hazırlanmış...

8.1.2004 tarihinde Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe giren 5042 sayılı "Yeni Bitki Çeşitlerine Ait Islahatçı Haklarının Korunmasına İlişkin Kanun" işte tam bu aşamada devreye giriyor.
Türkiye'de tohum ıslahı yapan şirketlerin yaklaşık yüzde 90'ı çok uluslu şirketler.

Dünya tohumculuğunu 6 büyük tekel elinde bulunduruyor. Bunlar; Novartis, Monsanto, Cargil, Dupont, ADN ve Bayer. Bu firmaların Türkiye'deki tohumculuk firmalarıyla hisse bazında ya da bayilik yoluyla kurdukları ortaklıkları bulunuyor.

5042 sayılı yasaya göre bu firmalar Türk çiftçisinin tohumlarını alıp, patent ve fikri mülkiyet hakkına sahip olacaklar. Şirketlerin hakları aynı yasayla güvence altına alınmış olacak.
Yani önce Tohumculuk Yasası ile çiftçiye "Arkadaş, sen bu tohumluğunu kullanamazsın" denilecek, sonra da o tohumları tescil ettiren çok uluslu şirketlere "devlet eliyle" pazar yaratılacak.
Şaka gibi değil mi?

Türkiye'nin bugün özellikle sebze tohumlarında yüzde 90 oranında ithalata bağımlı olduğu da anımsatmak gerekiyor.


Hakem Heyeti ne iş yapacak?
Bu noktada sorunun bir başka muhatabı ise Tohumculuk Kanunu ile kurulma kararı verilen Türkiye Tohumcular Birliği olacak.
Yasanın 16. maddesinde birliğin kuruluş çalışmalarına ilişkin kapsamlı hükümler yer alıyor. Birlik; bitki ıslahçıları, tohum sanayicileri ve üreticileri, fide üreticileri, fidan üreticileri, tohum yetiştiricileri vb gibi pek çok alt birliğin çatı örgütü olarak örgütleniyor.

Buraya kadar da her şey normal görünüyor.
Sorun, birliğin bünyesinde kuruluş şeması verilen Hakem Kurulu ile ilgili.. Alt birliklerin kendi üyeleri arasından iki yıl için seçecekleri, konunun uzmanı kişiler tarafından kurulan Hakem Heyeti'nin görevleri arasında "yargılama" anlamını verecek örtülü ve içi doldurulmamış cümleler bulunuyor.

İşte görev tanımından iki dikkat çeken örnek (Madde 33):
** Birlik ve alt birlikler, alt birlikler ve üyeleri ile alt birlik üyeleri ve üçüncü kişiler arasında ortaya çıkacak ihtilafları uzlaşma, arabuluculuk ve hakemlik yoluyla çözmek.
** Birliğin uluslararası uzlaşma, arabuluculuk ve hakemlikle ilgili yükümlülükleri çerçevesindeki görevlerini yürütmek.
Birliğin üyeleri arasında ağırlığı yabancı şirketler oluşturacak.
Kısacası Türkiye, başka devletlerin "uzay araştırmaları ile bir tutma" derecesinde önem verdiği bu sektörü, yabancı şirketlerin ağırlığındaki Birliğin tasarruflarına teslim etmiş durumda.

VE İŞTE GÖRÜNMEYEN KONUŞULMAYAN TEHLİKE UPOV
Türkiye'nin tohumculukta sıkıştırıldığı kumpas, sadece Tohumculuk Yasası ve Islahatçı Haklarının Korunması Yasası ile sınırlı değil. Kısa adı UPOV olan Uluslararası Yeni Çeşitleri Koruma Birliği'ne (International Union for the Protection of New Varieties) 18 Kasım 2007'de 65'inci ülke olarak üye olan Türkiye, bu sözleşme hükümleri uyarınca zengin biyoçeşitliliğini yitirme tehlikesiyle karşı karşı kalacak.

Başbakanlığın resmi web sayfasında UPOV'a Türkiye'nin yaptığı başvurunun gerekçesinde, "Bitki ıslahçılarının haklarını koruma altına alarak Türkiye'nin yeni tohum geliştirmek için yatırımları çekeceği" belirtiliyor. Buna acaba, "sanılıyor" desek daha mı doğru?
Bakalım gerçek, söylendiği gibi mi?

UPOV'un, Uluslararası Patent Birliği'nin tohumculuk sektöründeki karşılığı olduğuna dikkat çeken Ziraat Mühendisleri Odası İzmir Şubesi Başkanı ve Ege Üniversitesi Ziriat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kamil Okyay Sındır, bu noktada insanın kanını donduran iddialarda bulunuyor. Türkiye'nin iki yasal düzenleme sonrasında UPOV'a üye olarak yabancı şirketlerin Türkiye'yi tamamıyla ele geçirmesinin kapısını açtığını savunan Prof. Sındır, şunları söylüyor:

"İşin özü şu: Mesela Anadolu'da pek çok buğday çeşidimiz var. İç Anadolu'ya, Ege'ye, Karadeniz'e, Çukurova'ya özgü iklim şartlarına göre farklılık gösteriyor. Bunlar on binlerce yıldır bölgesel ve ekolojik farklılıklar nedeniyle çeşitlenmiş. UPOV üyeliği ile hakları yasal koruma altına alınan çok uluslu şirketlerin tohumluk üretimi, satışı ve dağıtımı da korunacak. Çiftçiye, 'Sen kendi tohumunu yapamazsın' denilecek. Öncelikle zengin biyoçeşitlilik yok olacak. Zararlılara, hastalıklara karşı dayanıklı olan çeşitleri üretemez olunca, bu şirketlerin tohumlarını satın almak zorunda kalacak. Dayatılan bu tohumlar, büyük olasılıkla o bölgenin ekolojisine uyum sağlamayacak. Dayanımı artırmak için bu kez ilaç ve gübreye ihtiyaç duyulacak. Ekolojiye uygun olmadığı için verim ve ürün kayıpları yaşanacak."

Kamil Okyay Sındır, Türkiye'de basın organlarının sadece Tohumculuk Yasası'nı eleştirmek yanlışına düştüğünü, olayın bütününü göremeden yapılacak yorumların, yine yabancı tohumculuk şirketlerine yarayacağını kaydetti.

Türkiye'nin yerel tohum çeşitlerini koruma altına almadan ve genetik kodlarını tescillemeden UPOV'a üye olmasının büyük bir hata olduğunu savunan Sındır, kendisinin bir akademisyen olarak tohuma patent alınmasına karşı olduğunu söyledi. Sındır, karşı çıkışını nedenlerini şu sözlerle açıkladı: "Bir canlı organizma üzerinde fikri mülkiyet hakkı olamaz. Yeni sizin bir Alman kurdunuz var, doğum yapıyor. Ben bunu tescilledim, artık her Alman kurdu sahibi doğum yaptırırken bana soracak diyorsunuz. Doğanın mülkiyeti bu, senin şahsi mülkiyetin olamaz. Ben kuraklığa dayanıklı bir çeşit geliştiririm. Yeni ıslah çalışmaları elbette yapabilirim. Ve çiftçiye, 'Bu güzel bir tohumdur, şöyle kalitelidir, besin değeri şöyle yüksektir, fiyatı şudur' derim. Çiftçi Hasan Ağa bunu ister alır, ister almaz. Ama, al bunu kullanmak zorundasın diyemem. Çiftçinin ürettiği tohumun üzerine gidip, ben bunu ıslah ettim genetik kodu artık benimdir, bunu kullanacaksın diyemezsiniz."

Sındır, Uluslararası Gıda Örgütü'nun (FAO) resmi kayıtlarına göre 1970'den sonra biyoçeşitlilikte yüzde 75'lik kayıp yaşanmasının, söylediklerinin kanıtı olduğuna dikkat çekti.

UPOV ÜYELİĞİ SONRASINDA NELER YAŞAYACAĞIZ?
** UPOV üyeliği ile Türkiye'nin genetik çeşitliliği yağmalanacak, yerel çeşitler gelişmiş ülkelerde olduğu gibi hızla yok olma sürecine girecek.
** Tarım ilacı ve gübre kullanımına dayalı bir tarım sistemi olan endüstriyel tarım yaygınlaşacak. Bu durum toprakların, suların, ürünlerin kirlenmesi sonucunu doğuracak, küresel ısınmayı hızlandıracak.
** Köylüler tohumlara daha yüksek fiyat ödeyecek.
** Taşımaya daha elverişli tatsız ve besin değeri düşük sebze, meyveler yüzünden hipermarket zincirlerinin ürün üzerindeki hakimiyetleri artacak, ürünler daha ucuza çiftçinin elinden alınacak. ** Bütün bu gelişmeler köylünün yoksullaşması ve kırlardan göç ederek kentlere yığılmasını hızlandıracak.
** Lezzetsiz ve besin değeri düşük ürünleri tüketecek olan tüketicilerin sağlıkları bozulmaya devam edecek.

TEKELLERİ JET HIZIYLA KORU, ÇİFTÇİ HAKKINI KORUYAN YASAYI BEKLET!
Tohumculuk sektörünü, uluslararası tekellerin kucağına oturtacak yasal altyapı, maşallah dedirtecek hızda ve içerikte Meclis'ten geçirilirken, Türkiye'nin asıl zengin bitki çeşitliliğini koruması gereken yasal altyapı, yani Biyogüvenlik Yasası yıllardır Meclis gündemine gelmeyi bekliyor.

Bugün tüm Avrupa'da yaklaşık 11 bin 500 bitki türü bulunuyor. Oysa sadece Anadolu coğrafyasında 11 bin bitki türü yer alıyor ve bunun da yaklaşık 3000-3500'ünü endemik, yani, anavatanı Anadolu olan ve buradan başka bir yerde görülmeyen türler teşkil ediyor.

İşte bu zenginliğin, gelişmiş tüm ülkelerde olduğu gibi ulusal koruma altına alınması ancak Biyogüvenlik Yasası ile mümkün. ZMO İzmir Şubesi Başkanı Kamil Okyay Sındır, Türkiye'nin gen kaynakları korunumunu yasal şartlara bağlayacak olan yasanın 4 yıldır tasarı halinde bekletildiğini anımsatarak, "Tohumculuk Kanunu her ne kadar AB Uyum Paketi içinde yer aldığı ve öncelikle çıkartılması gereken yasalardan birisi olduğu yönünde bazı söylemler olsa da, AB ile yapılan müzakerelerin hiç birisinde böylesi bir yasanın çıkartılması yönünde bir talep yoktu.

Sektörün tek egemen kesimi olan çok uluslu şirketler, bu topraklarda yüzyıllardır, doğanın ve insan emeğinin oluşturduğu tohumları patentlemeye çalışıyorlar." dedi. Türk çiftçisinin binlerce yıldan gelen bilgi birikimiyle ıslah ettiği tohumlukların üzerindeki haklarını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu savunan Sındır, böylelikle temel üretim girdilerini her yıl bir önceki yıldan daha zor temin etmeye başlayacakları uyarısını yaptı.

http://www.gozlemgazetesi.com.tr/arsivsonuc.asp?ID=509

PROF.İBRAHİM SARAÇOĞLU RÖPÖRTAJI- MİLLİYET

“Genetiği değiştirilen tohumlar biyolojik silahtır”

AYŞEGÜL AYDOĞAN ATAKAN aysegul.aydogan@milliyet.com.tr

Prof. Dr. İbrahim A. Saraçoğlu hazırlanan Ulusal Biyogüvenlik Yasa Taslağı konusunda uyarıyor:
Genetik mühendisliğinin sonucu olarak geliştirilen “genetiği değiştirilmiş organizmalar” kısaca GDO olarak anılıyor. Genetiği değiştirilen tohumlarla bugün mısır, soya, domates, salatalık gibi pek çok besin elde ediliyor. Transgenik olarak da adlandırılan bu tohumlar Brezilya, Kanada, Arjantin ve ABD’de ekiliyor. Ancak GDO’lar bilim dünyasında çokça tartışılıyor. GDO’ya karşı çıkan hatta kurdukları platformla “GDO’ya Hayır” diyenler, genetiği değiştirilen tohumları “Frankeştayn tohumlar” olarak adlandırıyor. Genetiği değiştirilmiş tohumlar, son günlerde daha sık tartışılıyor. Bunun nedeni de genetiği değiştirilmiş tohumların ülkeye girmesine zemin hazırlayacağı düşünülen Ulusal Biyogüvenlik Yasa Taslağı’nın önümüzdeki dönemde TBMM’de görüşülecek olması. GDO’ya Hayır Platformu bu yasayla genleri değiştirilmiş tohumların ülkemize girmesi halinde bizleri karanlık bir geleceğin beklediğini savunuyor. GDO’ların ne olduğunu ve bunlara neden karşı çıkıldığını, bitkilerin insan sağlığı üzerindeki etkilerini araştırmasıyla tanınan Prof. Dr. İbrahim Adnan Saraçoğlu ile konuştuk.Genetiği değiştirilen organizma ve tohumlar nedir? Kendi türünden ya da kendi türü dışındaki bir canlıdan gen aktarılarak bazı özellikleri değiştirilen bitki, hayvan ya da mikroorganizmalara “genetiği değiştirilmiş organizma” (GDO) adı veriliyor.Genleri değiştirilen tohumlar kaç yıldır kullanılıyor? Türkiye GDO’lu tohumları yeni tartışmaya başladı. Halbuki GDO’ların tarihçesi 20-25 yıl öncesine dayanıyor. Belirli ülkelerde özellikle Amerika, Kanada, Brezilya bu konuda hem tarım yapıyor hem de tarım alanlarının bir kısmını çok sıkı denetim altında tutuyor. Bu ülkelerin başlangıçtaki söylemleri “Biz açlıkla savaşıyoruz” şeklindeydi. Bu tohumları insanlığın geleceğini bekleyen açlığa karşı yüksek verimli ve çevre şartlarından en az olumsuz etkilenen tohumlar olarak savundular. Ancak bunlar pahalı tohumlar. Bir kilo domates ya da salatalık tohumu bir kilo altından daha pahalı. Dolayısıyla açlıkla savaşıyoruz söylemi çok yanlış. Bu tohumların hayvan yemi olarak kullanıldığı söyleniyor... Evet şu söyleniyor, “Biz genetiği değiştirilmiş mısırları hayvanlara da veriyoruz. İnsanlar da tüketti ne oldu?” deniyordu. Halbuki bu konuda klinik deneylerin yapılması lazım. O zaman biz bunun olumlu ya da olumsuz olduğunu ortaya koyabiliriz. Viyana Üniversitesi, bu konuda bir klinik deney yaptı. Biliyorsunuz fareler çok hızlı ürerler. Genetiği değiştirilmiş mısırla beslenen farelerde dördüncü nesilden sonra bağışıklık sistemleri ve üreme genleri bozuldu. Bu farelerde sperm sayısı düşüklüğü gözleniyor ve daha ufak tefek, çelimsiz maraz hayvanlar oluyorlar.“Viyana Üniversitesi’nin araştırması ürkütücü”Genetiğiyle oynanan tohumların olası tehlikeleri neler? Bu tohumlar çok yeni ve bu kadar hızlı piyasaya girmemesi lazım. Bilim adamlarının büyük şüpheleri var. Bununla beslenen büyükbaş hayvanlar da olumsuz etkilenecekler. Onun sütüyle, etiyle veya yumurtasıyla beslenen insan ne olacak? Bunlar araştırılmış şeyler değil. Bunlar uzun vadeli araştırmalar istiyor. Başka bir boyutu da şu; bu transgen tohumlar bizi dışa bağımlı kılıyor. Ticari boyutuna baktığınız zaman siz bunu devamlı yurtdışından almak zorundasınız. Bu dışa bağımlılıktır. Henry Kissinger’in bir lafı vardır; “Petrolü kontrol ederseniz ülkeleri yönetirsiniz, gıdayı kontrol ederseniz insanları yönetirsiniz” der. İşte bugün o duruma gelinmiştir. Diğer bir boyutu, genleriyle oynanmış transgen bir tohumu veya gen ilave edilen bir tohumu toprağa ektiğiniz zaman topraktaki mikroorganizmaları, bakteri popülasyonunu bozuyor. Yani ekolojik dengeyi de bozuyor. Kesinlikle. Bunu bir örnekle açıklayayım. BT mısır diyoruz. Bu BT bir bakterinin ismidir. Bu bakteri bir toksin salgılar. Bu salgılattığı toksin, toprakta ağaç köklerine yakın yerlerde bulunur. Bu toksinler mısır püskülünden içeri giren parazit için gerekli bir zehirdir. Dolayısıyla şimdi BT bakterisinin ürettiği bu toksinin geni alınıyor, mısırın genine yerleştiriliyor. Peki ne oluyor toprağa ektiğimiz bu mısır? BT bakterisinden transfer edilen bu toksin geni mısırın gövdesinde, yapraklarında püskülünde ve tohumlarında her yerinde oluyor. Bunu parazit ısırdığı zaman anında ölüyor. Burada doğanın, ekolojik dengenin bir parçası olan bu paraziti ekolojik dengenin dışına çıkarmış oluyorsunuz. Dolayısıyla dengeyi bozmuş oluyorsunuz. Bu anlamda tohum bir biyolojik silah mıdır? Evet, tohum bir biyolojik silahtır. Biyolojik silah olarak kullanılabilir mi? Transgenik tohumlar mikrobiyolojik florayı bozmakta ve bazı parazitleri de tamamen ortadan kaldırmaktadır. O nedenle biyolojik silah olduğunu söylüyorum. Neticede dengeyi bozuyorsunuz. Madem ki bir paraziti öldürebiliyorsunuz, bunu insana karşı da diğer hayvanlara karşı da yapabilirsiniz. Doğaya zararlarının yanı sıra insan sağlığı üzerine zararları biliniyor mu? Bu tohumlar çiçek açtığı zaman polenleri de aynı geni taşıdığı için çevredeki bitkiler üzerinde tür değişimlerine neden oluyor. İnsanlarda da alerjiye olan yatkınlığı artırıyor. Viyana Üniversitesi’nin araştırmasının sonuçları gerçekten ürkütücü. “İthal gıdalarda katkı maddesi olarak Türkiye’ye gelmiş olabilir”Türkiye’de de GDO’lar var mı sizce? Türkiye’de olmadığı söyleniyor. Ama yurtdışından gelen bazı gıda maddelerinde katkı maddesi olarak bulunabilir. İthal edilen transgenik tohumların mutlak suretle laboratuvarda kontrol edilerek ithal izninin verilmesi lazım. Kendi tohumlarımızı çok iyi korumamız lazım. Bugün Güneydoğu Anadolu Bölgesi ve Doğu Anadolu Bölgesi’nin güneyi buğday, mercimek ve nohutta bir gen bankasıdır. Buğdayın, elmanın birçok türü var. Bu türler Türkiye’de gen bankasında koruma altına alınmış. GDO’ların kısır tohumlar olduğu söyleniyor. Kısır tohum ne anlama geliyor? Bu tohumlar aynı zamanda “irreversible” yani geri dönüşü yok. En acı olan tarafı da bu. GDO’lu tohumu toprağa ektiğiniz zaman mısırı alıyorsunuz ama koçanının üzerindeki mısırı tekrar toprağa ektiğinizde ürün alamıyorsunuz. Tekrar tohumu yurtdışından almanız gerek. Kısır tohum budur. Hem toprağı hem çevreyi hem de o çevrede yaşayan ve bunu tüketen tüm canlıları olumsuz etkiliyorsunuz. Sonra normal tohum da ekseniz sonuç alamıyorsunuz. Tohumu sürekli almalısınız, dışa bağımlısınız. Frankeştayn ürünler doğabilirKaç çeşit gıda var genetiğiyle oynanan? O kadar çok var ki. Özellikle mısır, soya, domates, brokoli. Frankeştayn ürünler ortaya çıkacak deniyorBunlar tabii ki artık ütopya ya da hayal değil. İstenilirse yapılabilir. Normal bir aşılama yöntemi vardır, kalem aşısı dediğimiz. Bir kayısı ağacının yarısını erik yaparsınız diğer yarısını şeftali yapabilirsiniz. Ama burada dikkat ederseniz bir bakteriyle bir bakliyatın çiftleşmesini, döllenmesini sağlıyorsunuz ki bu doğanın yapısında olmayan bir şey. Gen teknolojisinin daha çok önemli hipotezlere, yasal zemine ihtiyacı var. İnsan sağlığını doğrudan etkileyecek çalışmaları çok erken buluyorum. En az 150-200 yıl var. Bunlar bırakın sağlık açısından güvenilirliği, henüz biyolojik yapıları da kanıtlanmamış ürünler. Bunların araştırılması ve laboratuvar dışına çıkarılmaması gerekiyor.

http://www.milliyet.com.tr/Pazar/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetay&KategoriID=26&ArticleID=1119024&Date=19.07.2009&b=%93Genetigi%20degistirilen%20tohumlar%20biyolojik%20silahtir%94&ver=09

YAPRAK KIVRILMASINA UYGULANMIŞ ÖNERİ - PDA üyesinden

Günaydın,

PDA'dan ve başka kaynaklardan öğrendiklerimi yaprak kıvrılması olan pembe domateslerime uyguladım.Sonuç mükemmeldi.İşlem ise hem çok ucuz hem çok kolay kırmızı acı biberi suyla kaynattım.İçine adaçayı yapraklarını da koydum.soğutup süzdükten sonra bir pompa ile yapraklara sıktım.Çabucak ve kesin sonuç aldım.Bir daha ki sefere adaçayı yerine pelinotu kullanacağım.

Nesrin Aykurt

PROF.DR.TAYFUN ÖZKAYA nın GDO düşüncesi

Cemil Gürleyik
PDA-Tepeören/Tuzla



Ulusal Güvenlik - Strateji : İNSANLIĞIN SONUNU GETİRECEK OLAN PROJE GDO
Gönderen Haberci Sunun üzerinde 10.06.2009 05:35:38 (80 okur) _NW_NEWSSAMEAUTHORLINK

Önce köleleştirir, sonra öldürür!
Prof. Dr. Tayfun Özkaya’ya sorduk.
Herkes giden Mersin’e Türkiye gider tersine! Evet Avrupa ülkeleri bir bir GDO’yu yasaklarken Türkiye’de Bakanlar Kurulun tasarıyı onaylamak için gün sayıyor. Peki ama zararlarını bile bile neden bu yapılıyor?
İşte Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölümü’nden Prof. Dr. Tayfun Özkaya’nın açıklamaları…
Hükümet, genetiği değiştirilmiş bitkilerin üretimine izin verilmesine yeşil ışık yakmış. Önce Genetiği Değiştirilmiş Organizmaları (kısaca GDO diyoruz) tanımlayalım. Kendi türünden ya da kendi türü dışındaki bir canlıdan gen aktarılarak bazı özellikleri değiştirilen bitki, hayvan ya da mikroorganizmalara “Genetiği Değiştirilmiş Organizma” diyoruz.
Genleri; canlıların kuşaktan kuşağa geçen özelliklerini (hastalıklara dayanıklılık veya yüksek verim gibi) şifreleyen birimler olarak düşünelim. Örnek olarak pamuğa başka türlerden (örneğin çilekten), hatta bakterilerden (yani düpedüz mikroplardan) veya hayvanlardan özellikler aktararak (genlerle bu aktarma oluyor) güya daha verimli ve gene güya hastalıklara dayanıklı, böylece daha az mücadele ilacı kullanılacak bitkiler elde edileceği ileri sürülüyor. Benzer şekilde hayvanlarda da GDO uygulamaları yapılabiliyor.
Bakanlar Kurulunda ele alınan tasarıyı açıklayan Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek şunları söylemiş:
“Kanunun yürürlüğe girmesiyle genetiği değiştirilmiş bitkilerin üretimine izin verilmesinin önü açılacak. Kanunla konulan değişik seviyelerdeki bilimsel eleklerden geçen ve sosyo-ekonomik değerlendirmede yeterli bulunan genetiği değiştirilmiş bitkiler ancak üretim hakkını elde edebilecektir. Genetiği değiştirilmiş bitkilerin izinsiz kullanımı, biyolojik çeşitlilik merkezleri ve organik tarım yapılan alanlara yakın üretimlerle bebek mamaları ve küçük çocuk besinlerinde özel amaçla geliştirilenler hariç kullanımı yasaklanmıştır.”
Açıklamadan anlaşılıyor ki GDO’lu bitkiler bebeklere, küçük çocuklara zararlıdır. Ayrıca organik tarım alanlarına ve biyolojik çeşitlilik merkezlerine (örneğin buğdayın yabani atalarının zengin olarak bulunduğu yerlere) de zarar vereceği kabul edilmektedir. Bebeklere ve küçük çocuklara zarar veren GDO’lar nasıl oluyor da yetişkinlere zarar vermiyor? Yetişkinleri gözden mi çıkardık?
GDO’lu mısır ürünleri yiyen bir anne bebeğine süt verirse bu bebeğe zarar vermeyecek midir? Unutmayalım ki nişasta bazlı (mısırdan yapılan) şeker yüzlerce üründe kullanılmaktadır. Ülkemiz ayrıca dünyada tarımın ilk başladığı “verimli hilal” denilen bölge içindedir. Buğday, arpa, bezelye, mercimek, nohut gibi bitkiler bu bölgede kültüre alınmıştır. Ülkemiz biyolojik çeşitlilik merkezlerince çok zengindir. Ayrıca organik tarımı yaygınlaştırma istekleri mayınlı arazilerde de görüldüğü gibi bizzat yönetimce paylaşılmaktadır. Peki, nasıl olacak? Bir yandan organik tarım bir yandan onu ve geleneksel hatta endüstriyel tarımı tehdit eden GDO’lu ekimler?
GDO’lu tohumların üstün özellikleri olduğu, tarım ilaçlarının kullanımını azalttığı yönünde propagandalar yapılıyor. Bunlar ne kadar gerçek, yakından bakalım. Elimde bir kitap var. GDO’ları savunmak için basılmış. Adı “GDO Gerçeği”. Türkiye Gıda ve İçecek Sanayi Dernekleri Federasyonu tarafından 2004’de yayınlanmış ve bu konudaki bir konferansın metinlerini içeriyor. Adından eleştirel yaklaşan bir kitap olduğunu sanıyorsunuz, ancak değil. GDO’ları destekliyor.
İşte bu kitapta yabancı bir kaynağa dayanılarak verilen bir istatistikten anlıyoruz ki 2001 yılında dünyada transgenik (yani GDO’lu) bitkilerin alan olarak %77’si herbisite (ot öldürücü ilaçlar) dayanıklılık, %15’i böceklere dayanıklılık, %8’i her ikisine dayanıklılık, %1’den azı ise virüslere dayanıklılık içeriyor. Toplarsak % 85’i herbisite dayanıklılık göstermektedir. Bilmeyenler için biraz açalım. Herbisitler otları öldürürken, ana bitkiye de (örneğin pamuk veya mısır) az çok zarar vermektedir. GDO’lu tohumu üreten firma aynı zamanda herbisiti de üretmektedir. Tohumunu sattığı çeşit herbisitten az zarar görmektedir. Çiftçi de rahatlıkla korkmadan herbisiti kullanabileceğini düşünüyor. GDO’lu tohumların ekildiği ABD ve diğer ülkelerde herbisit kullanımının roket gibi yükseldiği biliniyor. ABD Tarım Bakanlığı bu artışı açıklamaktadır. GDO efsanesinin ne kadar yanlış olduğu ve ilaç kullanımının azalmak şöyle dursun arttığı açıktır.
Belki bazılarınız böceklere dayanıklılık özelliği taşıyan GDO’lu tohumlarla üretilen bitkilerde böcek öldürücü kullanımının azaldığını zannedebilir. Bulgular bu konuda da efsane ile gerçeğin uyuşmadığını ortaya koyuyor. Örneğin GDO’lu pamuğu ele alalım. Toprakta bulunan bir bakteri (yani mikrop) olan ve kısaca Bt denilen Bacillus Thuringiensis’e ait bazı genler pamuğa aktarılmaktadır. Bu pamuk tohumuna Bt pamuk denmektedir. Böylelikle pamuk tırtılları öldürme özelliği kazanmaktadır. İddia böylelikle böcek öldürücü kullanmadan bitki yetiştirilebileceğidir. İlk yapılan denemeler bu yönde bir durumu ortaya koymuşsa da, çiftçilerin deneyimleri gerçeğin ters yönde olduğunu ortaya koymuştur.
Örneğin Hindistan’da iki araştırmacı normal pamuk ekenlerin, Bt pamuk ekenlere göre % 60 daha fazla gelir elde ettiklerini ortaya koymuşlardır. (Seedling, January 2007, “Bt Cotton- The Facts Behind the Hype” http://www.grain.org/seedling/?id=457) Bt pamuk ekenlerin ilaç kullanımını azaltamadıkları ve verimi arttıramadıkları araştırmacılarca saptanmıştır. Grain adlı saygın biyoçeşitlilik kuruluşunun yayınladığı Seedling adlı dergide başka pek çok ülkede yapılan araştırma ve gözlemlerin benzer yolda bulgular içerdiği ortaya konmuştur. Bt pamuk solgunluğa daha fazla eğilim göstermektedir. Bu gelişmeler sonucu Hindistan’da tohum satan dükkânlar yakılmıştır. 2003’ten bu yana bu nedenle intihar eden çiftçi sayısının 16 bini aştığı bildiriliyor.
Gene bir grup bilim insanı tarafından Nisan 2009’da yapılan bir araştırmada GDO’lu çeşitlerin bir verim üstünlüğü olmadığı, çevreye ve sağlığa zararlarının göze alınamayacağı belirtilmektedir. (http://www.ucsusa.org, Failure to Yield- Evaluating the Performance of Genetically Engineered Crops, Union of Concerned Scientists) Araştırmacılar organik tarım ve düşük girdili tarım gibi seçeneklerin tamamen bilgiye dayanarak çok daha yüksek verim artışları ortaya koyabildiğini vurgulamaktadırlar.
Verimi arttıracak ve tarımsal mücadele ilaçlarının kullanımını azaltacak, hatta sıfırlayacak başka teknolojiler bulunmaktadır. Bunlardan biri de “Entegre Zararlı Yönetimidir”. Buna ingilizce kısaca IPM deniyor. Pamuk dünyada da en fazla tarım ilacı kullanılan bir üründür. Bu yöntemde birçok yollar denenmektedir. Böceğin böceğe yedirilmesi bunlardan biridir. Mali’de 1140 çiftçinin katıldığı bir çalışmada bu yöntemleri kullanan çiftçilerin hiç ilaç kullanmadan, ilaç kullanarak pamuk yetiştiren çiftçilerden %21 daha fazla verim aldıkları saptanılmıştır. (Seeding, aynı makale) IPM denilen bu yaklaşımlar dev tarım şirketleri tarafından pek sevilmez. Çünkü bu yaklaşımlarla çiftçiye tohum, ilaç gibi satılacak bir şey yoktur. Çiftçiler bu yaklaşımla güç kazanırlar, kendilerine güvenleri artar.
Ülkemizde de bu yaklaşımın hala emeklemekte olduğunu kaydedelim. Ne yazık ki bazı büyük çiftçi kuruluşları bu tür çevreci ve çiftçiden yana yaklaşımlara rağbet göstermemekte, GDO’ya heves etmektedirler.
Dev tohum şirketlerinde sadece bir avuç hisse sahibinin çok kâr elde etmesi için, yeni bitkiler yarattığını düşünen teknokrat doğaya ve bütün bir insanlığa zulüm yapmaktadır. Bu yapılan işi bilim diye kutsamaya çalışmak, atom bombasının bol bol üretilip kullanılmasını savunmaktan pek farklı değildir. Yansız bilim insanları da var. İskoçya Rowett Enstitüsünde Dr. Arpad Pusztai'nin genetiği değiştirilmiş patates ile beslediği farelerin tümünün iç organlarında küçülme, sindirim sistemlerinde bozukluk, bağışık sistemlerinde çökme görüldü. Pusztai sonucun açık olarak yıkıcı olduğunu gördüğünde gerçeği söylemekten kaçınmamıştı. Güçlüler Pusztai’yi işinden attırdılar.
Rusya Bilimler Akademisi'nden Dr. İrina Ermakova'nın fareler üzerinde yaptığı denemede, genetiği değiştirilmiş soya ile beslenen farelerin yavrularının yüzde 55,6'sı, doğumdan 3 hafta sonra öldü.
Modern teknolojiden şüphesiz yanayız. Biyoteknoloji yararlı şekillerde kullanılacaktır. Buna şüphe yok. Ancak GDO’lu tohumlar şirketlerin elinde kâr makinesine dönüşmüştür. İlaç kullanımını azalttığı, verimi arttırdığı masaldır.
GDO’lu tohumlardan yarar sağlayacak olanlar büyük tohum ve ilaç şirketleridir. Çiftçiler bu tohumları bir daha kullanamayacaklarından ve bir süre sonra yayıldığı bölgede başka bir çeşidi yetiştirmeleri bulaşmalarla zorlaştığı için şirketin köleleri haline geleceklerdir.
iyibilgi.com özelGönderi: Naci Kaptan

HİNDİSTANDAKİ HARDAL TOĞUMU HİKAYESİ - Sunay Demircan ın yazısı


İnsanın İçini Şişiren Bir Yazı
Sunay Demircan
Yaklaşık 10 türü olan, bildiğimiz sarı çiçekli hardal otudur bu yazının kahramanı. Hazret aslen Akdenizlidir. Avrupa’ya, Amerika’ya ve öykümüzün geçtiği Hindistan’a sonradan taşınmış.
Hintliler hardal otunu en çok hardal yağı olarak tüketiyorlar. Küçük çiftçiler hardal otunu buğdayla birlikte ekiyorlar. Hasat ediliyor, kurutuluyor ve sonra hardal yağı çıkartan küçük işletmelere satılıyor. Yoğun kokulu olmakla birlikte, yenilebilen yağlar içinde en az doymuş yağ barındıran (%5) hardal yağı yoksul Hintlinin yegâne yemeklik yağı.
Ayrıca sarımsak ve hintsafranı ile karıştırılarak kullanıldığında (içilerek değil, sürülerek) romatizma ve kas ağrılarına iyi geldiği biliniyor. Antiseptik olarak da kullanılıyor. Evlerde aydınlanma amacıyla kandillerde yakılıyor, sivrisinek kovucu (bu özelliği ile sıtmaya karşı ciddi bir koruyucudur)…
İşte böyle. Hindistan’da, 1998 yılına kadar, milyonlarca küçük çiftçi hardal otu tarımı yapar ve yüz binlerce küçük işletmede yerel hardal tohumlarından yağ çıkartılır ve yoksulların yağ ihtiyacını karşılardı.
1998 yılında, aniden bir şey oldu. Başkent Delhi’de üretilen hardal yağlarına “bilinmeyen bir nedenle” yabancı maddeler karıştığı ortaya çıktı. 41 kişi öldü, binlerce kişi etkilendi. Hemen ardından hükümet hardal yağı üretimini yasakladı. Tam da o sırada, tesadüf bu ya, ABD soya üreticileri derneği Hindistan’a gelmiş, soya’nın (ve tabii soya yağının da) faziletlerini Hintlilere tanıtıyordu.
Hardal yağı yasaklanınca, hardal otu eken küçük çiftçi ürününü satamadı, hardal yağı tüketen gariban Hintli evine yağ sokamadı, kaçak yağ üreten küçük işletmeler suç işledikleri için ceza aldı, kapatıldı. Böylece, Hintliler yüzlerce yıldır kullandıkları hardal yağını ve hardal tarımını bir yıl içinde (mucizevî bir şekilde) bırakmak zorunda kaldılar. Hardal yağıyla birlikte gelişmiş olan tedavi yöntemlerini de terk ettiler…
Ee, madem hardal yağı bitti, gelsin soya yağı denildi. Hindistan’da ilk etapta en az 2.3 milyar Dolar büyüklüğünde soya piyasası olduğu hesaplandı. Birden bire milyonlarca ton soya tohumu ithal edildi.
Sihirli bir el yukardan uzanmış, hardalı çıkartıp yerine (%18 gibi göreli çok daha düşük miktarda yağ içeren) soyayı koymuştu. Ama gelen soya tohumu GDO’luydu. Yani, Genetiği Değiştirilmiş Organizma. Yani, içinde bir bakteri, bir petunya ve bir karnabahar geni aşılanmış bir yaratık. Bildiğimiz, tanrının insanlar-hayvanlar yesin diye yarattığı doğal bitki değil yani. Öyle bir yaratık ki, arıların dahi polenlerine ortak olmasına izin vermeyebiliyor. Elde ettiğiniz ürünü yeniden ekip bitki elde edemiyorsunuz. Yani, tohumlar kendilerini üretemiyorlar. Tohumu sadece şirket üretiyor. İyi mi?
İş bununla bitmiyor tabii. Şirket o tohumun, hatta içindeki genin dahi patentini alıyor ve tüm dünyada o tohumların sahibi oluyor.
İş bununla da bitmiyor, diyelim ki sizin komşunuz bu yaratıklardan ekti tarlasına, bir rüzgâr esti, o yaratıkların genleri gelip sizin tarlanızdaki yerli türlerle karşılaştı. Bu sentetik yaratıkların genleri baskın olduğu için sizinkilerin genetik özelliklerini de değiştiriveriyor. Artık mecbursun onlardan tohum alıp, onların istediği ürünü ekmeye. Nasıl ama?
Dönelim bizim hardal yağı düşkünü Hintlilere. Sanıyorsunuz ki o garipler hardal ekemez hale gelince soya ekmeye başladılar. Yok öyle yağma! Bir kere soya her toprakta yetişemiyor. Su istiyor, bakım istiyor, masraf istiyor… Sonra, soya tohumunu (diğer tüm GDO lu bitkilerde olduğu gibi) köylü kendi hasadından ayıramıyor, komşusuyla değiş tokuş yapamıyor. Her yıl dünyanın parasını verip malum şirketlerden satın almak zorunda.
Bir kocaman “geçmiş olsun!” hak ettiler değil mi? Bakalım Hintliyi ağır kokulu hardal yağından kurtaran şirketlerin halleri nicedir? Küresel ölçekte tohum piyasasını ellerinde tutan 4-5 şirket var. Bunlardan en büyüğü de Monsanto. Bütün dünyayı olduğu gibi, Hintliyi de soyayla tanıştıran onlar. Monsanto her şeyiyle büyük bir şirket. Şeffaflar, demokratikler, hayırseverler, insan haklarına saygılılar, çevreciler.
Finansal performansına baktığımızda, 2007 yılının ilk 6 ayındaki net satışlarının 4 milyar ABD Dolarını geçtiğini görüyoruz. Net gelir ise (yine 6 aylık) 633 milyon dolar. Geçen yıla göre %27 artmış kazançları. Sosyal sorumluluk bilinci çerçevesinde hayır işlerini ihmal etmemişler. Web sayfalarından öğreniyoruz ki, hayır amaçlı hibeler de veriyorlar. Bir bölümü çevrenin ve doğal ekosistemlerin korunması amaçlı olan bu hibelerin geçen üç yıldaki miktarı 28.4 milyon ABD doları. Bu dönemde dağıtacağı miktar da 8.4 milyon Dolar.
Muhtemeldir ki “Hindistan’da yerel değerlerin korunması” başlıklı bir proje de bu hibelerden destekleniyordur.
Monsanto’nun yerel inançlara da saygılı ve destekleyici olduğunu görüyoruz. Örneğin Hindistan’da melez pamuk tohumunu satmak için Pencap eyaletinde Sih dininin kurucusu Guru Nanak’ın imajını kullanarak pazarlama kampanyasını yürütmüş hazretler.
Takdir duygularınızı göklere çıkartmak için belirtmemiz gerekiyor ki, Monsanto’nun 2006 yılı Ağustos ayında, kurum olarak yayınladığı bir insan hakları politikası belgesi de var. Bu belgede özetle şunları söylemişler: “Çocuk emeğinin sömürülmesini asla hoş karşılamayız; zorla eleman çalıştırmaya, borca atfen işçiliğe, köle işçiliğe, gönülsüz emek kullanımına karşıyız; ırk, dil, renk, cinsel eğilim… ayrımcılığını kınar ve kendi iş yerlerimizde yasaklarız; örgütlenme özgürlüğünü savunur ve çalışanlarımızın özgürce derneklere, sendikalara üye olmalarını teşvik ederiz…” İnsan daha ne ister?
Az kaldı unutuyordum, Monsanto her ihtimale karşı, Hindistan’da artık ekilmeyen yerel hardal bitkisi India brassica’nın da patentini aldı. Ne olur ne olmaz, bir gün hardal yağına konan yasak kalkar da gariban Hintli hardal otu ekmeye başlarsa yine, insan haklarına ve çevreye saygılı bir şirketten tohumlarını alsınlar diyedir herhalde.
Nasıl içiniz şişti mi?
“Anam yer babam gök” diyen Bektaşi’nin nefesini yeniden hatırlamamız lazım, zira bunlar yakında ruhlarımızı da patentleyecekler.


(Bu yazının hazırlanmasında Vandana Shiva’nın Çalınmış Hasat/bgst yayinları, kitabından ve http://www.monsanto.com/ adresinden yararlanıldı)
bgst@bgst.org 0212 2511921 Tomtom Mahallesi, Kaymakam Reşat Bey Sok. 9/1 Beyoğlu - İstanbul

BGST web sitesinde yayımlanan yazılar/çeviriler BGST sitesindeki orijinal linki verilerek kaynak gösterilmek ve yazarının/çevirmeninin adı mutlaka belirtilmek kaydıyla, ayrıca bir izin almadan internet üzerinden elektronik ortamda kullanılabilir. Yazı ve çevirilerin basılı ortamda kullanımı için yazar/çevirmenin izni gereklidir.

http://www.bgst.org/keab/sd20071009.asp

27 Temmuz 2009 Pazartesi

DÖLLENME

Tecrübeyle sabit ki ; eğer uçan haşerelere karşı sürekli ilaçlanan bir şehirde yaşıyor ve balkonda Pembe Domates yetiştirmeye çalışıyorsanız ve saksılarınızda balkonun kuytu bir köşesine koymuşsanız domates fideleriniz ağaç kadar olacak ama bütün çiçekleri dökülüp hiç meyveye durmayacaklar. Nerdenmi biliyorum ? :) Balkonda Domates yetiştirmeye çalıştığım ilk 2 senede böyle oldu.
Sonra sevgili Nalan hn.a rastladım markette tesadüfen biraz konuştuk ve rüzgarlı yerde olacakmış saksılar dedi bunun üzerine saksıları rüzgarlı yere aldım geçen sene. Bir iki tane oldular ama o kadar.
Bu sene yine çok sevdiğim PDA grubumdan beni affetsin adını hatırlamıyorum şimdi bir üyemiz dediki arı olmadığı için etrafta bende elime bir fırça aldım ve arı oldum. Bu fikir bana mantıklı geldi ve elimde ince bir fırça ile aklıma geldikçe sabahları açılmış çiçeklerin içlerini fırça ile yoklayarak dolaştım.
Bu sene çok iyi oldu ilk serileri yiyoruz ikinci seriler ve daha misket gibi olanlar var. Bir fidenin üzerinde 10 tane yeni seri meyve var mesela ki o fideden 3 tane domates kızardı ve yedik.
Sonuç olarak deneyerek gördümki fideler çiçeklenince biraz rüzgarlı yerde olacak ve arı olacak arı yoksa siz arı olacaksınız.

DOMATESLERİN ALTTAN ÇÜRÜMESİ

PDA grubumuzdan http://www.parslar.blogspot.com:80/ bloğundaki harika bilgi

Domateslerde Dip Çürümesi
Amatör domates yetiştiricilerinin başta gelen sorunu tam meyvelerin olgunlaşmaya başladığı sırada altlarının çürümesidir. Ben de bu işe ilk başladığımda hayli başımı ağrıtmıştı. Bir düşünün o kadar zahmetle tohum ekiyor, fide yetiştiriyor, dikiyor, büyütüyor ve meyvelerin olgunlaştığını gözlüyorsunuz ama tam kızarmasını beklerken meyveler alttan çürümeye başlıyor. Çok can sıkıcı bir durum. Belki bu yazıyı daha önce yazmalıydım ama ne yapalım şimdi kısmet oldu.Birçok tarımsal yayının bitki istekleri başlığı alında, o bitkinin toprak isteği (killi, kumlu, humuslu, gevşek v.s), su isteği (az su, çok su, taban suyu v.s), iklim isteği (serin, sıcak, soğuk) gibi faktörlerin yanısıra toprağın PH değerinden bahsedilir. Diğer konuların az çok bilinmesine rağmen PH'ın ne olduğu pek bilinmediğinden etkileri de anlaşılamaz. Müsaade ederseniz fazla detaya girmeden kısaca bundan bahsetmek istiyorum.PH toprağın asitli mi yoksa bazik mi olduğunu gösteren bir ölçüdür. 0 ile 14 arasında bir skalası vardır. 0 çok asitli 14 çok bazik toprağı ifade etmek için kullanılır.Toprak asitli veya bazik olsa ne olur? Aşağıdaki tablo bu soruya cevap veriyor.

Toprak PH'ının besin alımına etkisi

Dikkatlice bakılırsa bu tablodan; nitrojen, fosfor, potasyum, sülfür, kalsiyum, magnezyum, demir, mangan, bor, bakır, çinko ve molibden gibi bitki için gerekli mikro elementlerin alınabilmesi için toprak PH'ının 5,5-7,5 arasında olması gerektiği görülür. 6-6,5 değerindeki PH ise ideal.Bu kısa izahtan sonra toprak PH'ının nasıl değişeceğine bakalım:1. Gübreleme PH'ı düşürür.2. Kireçleme PH'ı yükseltir.Bitkinin daha fazla beslenebilmesi, iyi büyümesi için biz toprağı gübreleriz. Gübreleme de PH'ı düşürür. PH'ın 5'in altına düşmesi aşağı yukarı bitkinin topraktan hiç besin alamamasına sebep olur ve neticede meyve altlarında çürüme meydana gelir. Bak şekilde görüldüğü gibi.

Düşük PH sebebiyle dip çürümesi

Ne yapmalı????Bloğumdaki 6'ncı resme bakarsanız orada bir PH metre görürsünüz. Ben domatesin yanısıra tüm sebzeleri ekeceğim toprağın PH derecesini bu aletle kontrol ediyorum. Ama evde, balkonunda bir iki saksıda domates yetiştirenlere tavsiyem daha pratik olarak nalburdan alınacak sönmüş kirecin saksı toprağına karıştırılması. Ne kadar kireç? Orta boy bir saksı için bir çorba kaşığı kireç problemi çözer sanırım. Kireci toprağın üst kısmıyla karıştırdıktan sonra sulamayı unutmayın ki kireç eriyerek toprağa işlesin.Yine de sorularınız olursa npars@thy.com a yazarsanız cevaplayabilirim.Bol şans.

HAFTA SONLARI KAHVALTIDA PEMBE LEZZETLER :)

İlk çıkan pembelerimiz büyüdü kızaranları haftasonu kahvaltı sofralarımız güzelleştiriyor gerçekten. Bu hafta sonu tohum aldım aşağıdaki güzelden.

Bu arada pembeler çiçek açmaya devam ediyor tabiki bende grubumuzdan bir arkadaşın önerdiği gibi ince uçlu kıl resim fırçası ile arı olup tüm çiçekleri geziyorum. Bu gezintilerden olacak ikinci ve üçüncü sıra meyveye duruşlar var. Hele bir fidem varki dün saydım tam 10 tane meyveye duruş var. 3 tanesi henüz misket büyüklüğünde ama olsun meyveye durması çok önemli. Topraklarındaki besin eminim azalmıştır şimdi tüm endişem ya fırsat bulup l biraz daha toprak alıp onu gübreleyerek ilave yapamazsam küçümenlerim büyüyemezse diye.