31 Ağustos 2009 Pazartesi

Keramet Neyde acaba :)

Sevgili dostlar,
Pembe Domateslerle yaşadığım aşkdan o kadar çok şey öğrendimki . Öğrendiklerimin içinde en önemlisi ise tecrübe denilen şeyin ne kadar kıymetli olduğu vede tarım denince hele hele balkon tarımı denince öyle 1-2 yıllık tecrübenin çoook yetersiz olduğudur. Neden bu kanıya vardığımı aşağıdaki resimleri inceleyince göreceksiniz.
Bu sene iyi toprak ve gübreyle başladım ilk ürünlerim gayet güzel ve büyük oldu. İkinci üçüncüler ise beklediğim gibi ufak oldular. Toprağın besininin azalmış olduğunu tahmin ettiğim ve fırsat bulup toprak ilavesi yapamadığım için bekliyordum onların fazla büyümemesini.
Ama aşağıdaki resimler beni gerçekten şaşırttı ve ne düşüneceğimi bilemedim. Fidelerimden 2-3 tanesini büyük saksım ve toprağım olmadığı için birini 5 lt.lik diğerini 10 lt.lik pet şişenin ağzını keserek oluşturduğum ve diplerine azıcık toprak koyabildiğim kaplara ektim. Niyetim sonra değiştirmekti ama hiç fırsatım olmadı. 5 lt.lik ve dibinde hemen hemen 2 lt toprak olan ve ilaveten hiç bir şey yapmadığım saksıdan kocaman 10 cm lik bir pembe aldım :) (Aşağıdaki ilk resim )
Diğer 10 lt.lik ve içinde hemen hemen 3-4 lt toprak olanda ise 2 tane yine neredeyse 10 cm lik kızarmaya başladı 4 tanede daha ufak domatesler büyümeye devam ediyor.:)
Şaşkınlık içindeyim ne düşüneceğimi bilemedim doğrusu. Aynı balkonda kocaman kovalara aynı ama bunun 20-30 katı topraktan aldığım ürünlere bakıyorum vede bunlara bakıyorum hiç anlam veremiyorum doğrusu. Muhtemelen devamı gelmeyecek ama zaten büyük saksılardakilerde ilk olanlar büyüktü ama sonrakiler küçücük oldu ve büyümeden kızardılar. Tabi büyüyemedikleri için kabukları kalın kalın oldu.
Belkide diye düşünüyorum böyle küçük saksılarda da büyük domates oluyorsa kocaman saksılarla balkonu doldurmak yerine daha küçük saksılar ama bir sürü fide yapsam daha çok ürün alırım. Nasılsa büyük saksılarda ilk çıkanlardan sonra çok büyük domates olmuyor.
Allah nasip ederse seneye deneyeceğim bunu. Tabi büyük saksıyada ekeceğim yine ve karşılaştıracağım. Bakalım sonuç ne olacak.







5 Ağustos 2009 Çarşamba

AVNİYE HN. BULDUĞU TAVSİYE

3-2-1

With all the wet weather we’ve had this year fungal diseases are already running rampant and the inevitable insect problems are appearing too. The wet weather also makes using synthetic pesticides a little difficult because they barely have time to dry before it rains and washes it off again, so lots of gardeners are using less toxic, homemade versions of insect and disease sprays. Here’s a recipe for a homemade formula that you can use on just about any of your plants.

This is an all purpose fungicide/insecticide spray.
Mix 3 TBS baking soda
2 TBS ivory soap
1 TBS vegetable oil

In a gallon of water. The baking soda is a natural fungicide; the soap an insecticide; and the oil a surfactant and insecticide.

Pour into a sprayer after the soap dissolves and apply to plant leaves—top and bottom-- every few days. When trying this recipe on new plants, spray just a few leaves or a stem and wait 3-4 days to make sure that the plant doesn’t have an adverse reaction.
http://jpdurbin.net/recipes/3-2-1.htm

GÖZLEM GAZETESİNDEKİ YAZI -

Tohumda akılalmaz tezgahın 'yasal' altyapısı hazır..

Yazı Boyutu

Tarih : 12.09.2008
Türk çiftçisine tohumda kurulan tuzak, sadece Tohumculuk Kanunu ile sınırlı değil. 3 binden fazla endemik bitki türünü barındıran Anadolu toprakları, 2004'te yasalaşan Islahçı Hakları Kanunu ile birlikte, devlet eliyle çok uluslu tohumculuk şirketlerinin pazarı olacak.

Kilerine tohumluk ayıran çiftçi Hasan Ağa, 2011'den itibaren bunu pazarda satamayacak. Aksi halde başı çok uluslu tohumculuk şirketleri ile belaya girecek.
Haber: Serkan AKSÜYEK

Tohumculuk Kanunu, kabul edildiği 2006 yılında pek çok tartışmanın odağındaydı. Karşı çıkışların odak noktasını, ağırlıklı olarak özel sektör kuruluşlarından oluşan "Türkiye Tohumcular Birliği" oluşturuyordu. Oysa, bu kanunu tek başına ele alıp eleştirmek, tohumculuk şirketlerinin ekmeğine yağ sürüyordu.

Türkiye'nin tohumculukta adeta teslim alınmasını amaçlayan süreç 8.1.2004 tarihinde yasalaşan 5042 sayılı Islahatçı Haklarının Korunması Kanunu ile başladı.
Birbirini tamamlayan bu iki kanun, önce tohum ıslahı yapan şirketlerin haklarını düzenledi, daha sonra devlet eliyle ıslahçı şirketlere pazar yaratılmasının güvencesini sağladı.
5 yıllık geçiş süresinin sonunda, Türk çiftçisi ve Türk halkı bu gerçeği çok daha acı deneyimlerle yaşayacak.

Şimdi sondan başa giderek, Türkiye'nin nasıl bir kumpasın içine sokulduğunu aktaralım.

Kayıt sorunluluğu

31.10.2006 tarihli Resmi Gazetede yayınlanan 5553 sayılı Tohumculuk Kanunu'nun 5. maddesinde, "Bakanlık tarafından, bitkisel ve tarımsal özellikleri belirlenerek sadece kayıt altına alınan çeşitlere ait tohumlukların üretimine izin verilir" deniliyor.

Aynı yasanın 7. maddesinde ise "Yurt içinde sadece kayıt altına alınmış çeşitlere ait tohumlukların ticaretine izin verilir" hükmü ile kayıt altın alınmamış, ama çiftçinin yüzlerce yıldır ürettiği ve ticaretini yaptığı tohumların ticaretine kesin bir engel konuluyor.

Peki bu sınırlama ne zamandan itibaren geçerli?
Yasanın geçici 1. maddesinde, bu sınırlamaya ilişkin 5 yıllık geçiş süreci öngörülmüş.
Bu durumda, 31.10.2011 tarihinden itibaren, hemen her çiftçinin yüzyıllardır ürettiği ve kilerinde gelecek ekim dönemi için sakladığı tohumluklar, şayet kayıt altına alınmamışsa, ticarete konu olamayacak.

Yani, elinde fazla tohumu olan çiftçi Hasan Ağa, bu tohumunu komşusuna ya da pazarda ihtiyacı olan diğer çiftçilere satamayacak.
Ya satarsa ne olacak?

Aynı yasanın 12. maddesine göre ilk etapta 10 bin YTL (10 milyar TL), idari para cezasına çarptırılacak. Fiilin tekrarı halinde beş yıl süreyle faaliyetten men edilecek, tohumluklara Bakanlık tarafından el konulacak. Müsadere edilen tohumlukların imha edilmesine karar verildiği takdirde, imha işlemi masrafları çiftçi tarafından ödenmek şartıyla Bakanlık tarafından gerçekleştirilecek.

Zaten yokluklar içinde yaşamını sürdüren çiftçi, borcunu ödeyemezse haciz işlemi uygulanacak, yine ödememekte direnirse mapushane damı görülecek.

O "birisi" kim?

Atadan, dededen, babadan kalma metodlarla üretilen tohum, kayıt altına alınmamışsa, ticareti yapılamayacağı gibi tohumluk olarak kullanımına da izin verilmeyecek. Çiftçinin bu ihtiyacını, üreten birisinden satın alması gerekecek. İşte bütün mesele o "birisi"nin kim olacağı noktasında düğümleniyor..

Haberimizi buraya kadar okuyan okurlarımızın, "İyi de kardeşim ne var bunda, çiftçi gitsin tohumunu tescil ettirsin, ticaretini de yapsın" dediklerini duyar gibiyiz.
İş bununla bitmiyor..

Tohumculuk Kanunu'nun altyapısını hazırlayan bir başka kanun, adeta bu iş için özel olarak hazırlanmış...

8.1.2004 tarihinde Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe giren 5042 sayılı "Yeni Bitki Çeşitlerine Ait Islahatçı Haklarının Korunmasına İlişkin Kanun" işte tam bu aşamada devreye giriyor.
Türkiye'de tohum ıslahı yapan şirketlerin yaklaşık yüzde 90'ı çok uluslu şirketler.

Dünya tohumculuğunu 6 büyük tekel elinde bulunduruyor. Bunlar; Novartis, Monsanto, Cargil, Dupont, ADN ve Bayer. Bu firmaların Türkiye'deki tohumculuk firmalarıyla hisse bazında ya da bayilik yoluyla kurdukları ortaklıkları bulunuyor.

5042 sayılı yasaya göre bu firmalar Türk çiftçisinin tohumlarını alıp, patent ve fikri mülkiyet hakkına sahip olacaklar. Şirketlerin hakları aynı yasayla güvence altına alınmış olacak.
Yani önce Tohumculuk Yasası ile çiftçiye "Arkadaş, sen bu tohumluğunu kullanamazsın" denilecek, sonra da o tohumları tescil ettiren çok uluslu şirketlere "devlet eliyle" pazar yaratılacak.
Şaka gibi değil mi?

Türkiye'nin bugün özellikle sebze tohumlarında yüzde 90 oranında ithalata bağımlı olduğu da anımsatmak gerekiyor.


Hakem Heyeti ne iş yapacak?
Bu noktada sorunun bir başka muhatabı ise Tohumculuk Kanunu ile kurulma kararı verilen Türkiye Tohumcular Birliği olacak.
Yasanın 16. maddesinde birliğin kuruluş çalışmalarına ilişkin kapsamlı hükümler yer alıyor. Birlik; bitki ıslahçıları, tohum sanayicileri ve üreticileri, fide üreticileri, fidan üreticileri, tohum yetiştiricileri vb gibi pek çok alt birliğin çatı örgütü olarak örgütleniyor.

Buraya kadar da her şey normal görünüyor.
Sorun, birliğin bünyesinde kuruluş şeması verilen Hakem Kurulu ile ilgili.. Alt birliklerin kendi üyeleri arasından iki yıl için seçecekleri, konunun uzmanı kişiler tarafından kurulan Hakem Heyeti'nin görevleri arasında "yargılama" anlamını verecek örtülü ve içi doldurulmamış cümleler bulunuyor.

İşte görev tanımından iki dikkat çeken örnek (Madde 33):
** Birlik ve alt birlikler, alt birlikler ve üyeleri ile alt birlik üyeleri ve üçüncü kişiler arasında ortaya çıkacak ihtilafları uzlaşma, arabuluculuk ve hakemlik yoluyla çözmek.
** Birliğin uluslararası uzlaşma, arabuluculuk ve hakemlikle ilgili yükümlülükleri çerçevesindeki görevlerini yürütmek.
Birliğin üyeleri arasında ağırlığı yabancı şirketler oluşturacak.
Kısacası Türkiye, başka devletlerin "uzay araştırmaları ile bir tutma" derecesinde önem verdiği bu sektörü, yabancı şirketlerin ağırlığındaki Birliğin tasarruflarına teslim etmiş durumda.

VE İŞTE GÖRÜNMEYEN KONUŞULMAYAN TEHLİKE UPOV
Türkiye'nin tohumculukta sıkıştırıldığı kumpas, sadece Tohumculuk Yasası ve Islahatçı Haklarının Korunması Yasası ile sınırlı değil. Kısa adı UPOV olan Uluslararası Yeni Çeşitleri Koruma Birliği'ne (International Union for the Protection of New Varieties) 18 Kasım 2007'de 65'inci ülke olarak üye olan Türkiye, bu sözleşme hükümleri uyarınca zengin biyoçeşitliliğini yitirme tehlikesiyle karşı karşı kalacak.

Başbakanlığın resmi web sayfasında UPOV'a Türkiye'nin yaptığı başvurunun gerekçesinde, "Bitki ıslahçılarının haklarını koruma altına alarak Türkiye'nin yeni tohum geliştirmek için yatırımları çekeceği" belirtiliyor. Buna acaba, "sanılıyor" desek daha mı doğru?
Bakalım gerçek, söylendiği gibi mi?

UPOV'un, Uluslararası Patent Birliği'nin tohumculuk sektöründeki karşılığı olduğuna dikkat çeken Ziraat Mühendisleri Odası İzmir Şubesi Başkanı ve Ege Üniversitesi Ziriat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kamil Okyay Sındır, bu noktada insanın kanını donduran iddialarda bulunuyor. Türkiye'nin iki yasal düzenleme sonrasında UPOV'a üye olarak yabancı şirketlerin Türkiye'yi tamamıyla ele geçirmesinin kapısını açtığını savunan Prof. Sındır, şunları söylüyor:

"İşin özü şu: Mesela Anadolu'da pek çok buğday çeşidimiz var. İç Anadolu'ya, Ege'ye, Karadeniz'e, Çukurova'ya özgü iklim şartlarına göre farklılık gösteriyor. Bunlar on binlerce yıldır bölgesel ve ekolojik farklılıklar nedeniyle çeşitlenmiş. UPOV üyeliği ile hakları yasal koruma altına alınan çok uluslu şirketlerin tohumluk üretimi, satışı ve dağıtımı da korunacak. Çiftçiye, 'Sen kendi tohumunu yapamazsın' denilecek. Öncelikle zengin biyoçeşitlilik yok olacak. Zararlılara, hastalıklara karşı dayanıklı olan çeşitleri üretemez olunca, bu şirketlerin tohumlarını satın almak zorunda kalacak. Dayatılan bu tohumlar, büyük olasılıkla o bölgenin ekolojisine uyum sağlamayacak. Dayanımı artırmak için bu kez ilaç ve gübreye ihtiyaç duyulacak. Ekolojiye uygun olmadığı için verim ve ürün kayıpları yaşanacak."

Kamil Okyay Sındır, Türkiye'de basın organlarının sadece Tohumculuk Yasası'nı eleştirmek yanlışına düştüğünü, olayın bütününü göremeden yapılacak yorumların, yine yabancı tohumculuk şirketlerine yarayacağını kaydetti.

Türkiye'nin yerel tohum çeşitlerini koruma altına almadan ve genetik kodlarını tescillemeden UPOV'a üye olmasının büyük bir hata olduğunu savunan Sındır, kendisinin bir akademisyen olarak tohuma patent alınmasına karşı olduğunu söyledi. Sındır, karşı çıkışını nedenlerini şu sözlerle açıkladı: "Bir canlı organizma üzerinde fikri mülkiyet hakkı olamaz. Yeni sizin bir Alman kurdunuz var, doğum yapıyor. Ben bunu tescilledim, artık her Alman kurdu sahibi doğum yaptırırken bana soracak diyorsunuz. Doğanın mülkiyeti bu, senin şahsi mülkiyetin olamaz. Ben kuraklığa dayanıklı bir çeşit geliştiririm. Yeni ıslah çalışmaları elbette yapabilirim. Ve çiftçiye, 'Bu güzel bir tohumdur, şöyle kalitelidir, besin değeri şöyle yüksektir, fiyatı şudur' derim. Çiftçi Hasan Ağa bunu ister alır, ister almaz. Ama, al bunu kullanmak zorundasın diyemem. Çiftçinin ürettiği tohumun üzerine gidip, ben bunu ıslah ettim genetik kodu artık benimdir, bunu kullanacaksın diyemezsiniz."

Sındır, Uluslararası Gıda Örgütü'nun (FAO) resmi kayıtlarına göre 1970'den sonra biyoçeşitlilikte yüzde 75'lik kayıp yaşanmasının, söylediklerinin kanıtı olduğuna dikkat çekti.

UPOV ÜYELİĞİ SONRASINDA NELER YAŞAYACAĞIZ?
** UPOV üyeliği ile Türkiye'nin genetik çeşitliliği yağmalanacak, yerel çeşitler gelişmiş ülkelerde olduğu gibi hızla yok olma sürecine girecek.
** Tarım ilacı ve gübre kullanımına dayalı bir tarım sistemi olan endüstriyel tarım yaygınlaşacak. Bu durum toprakların, suların, ürünlerin kirlenmesi sonucunu doğuracak, küresel ısınmayı hızlandıracak.
** Köylüler tohumlara daha yüksek fiyat ödeyecek.
** Taşımaya daha elverişli tatsız ve besin değeri düşük sebze, meyveler yüzünden hipermarket zincirlerinin ürün üzerindeki hakimiyetleri artacak, ürünler daha ucuza çiftçinin elinden alınacak. ** Bütün bu gelişmeler köylünün yoksullaşması ve kırlardan göç ederek kentlere yığılmasını hızlandıracak.
** Lezzetsiz ve besin değeri düşük ürünleri tüketecek olan tüketicilerin sağlıkları bozulmaya devam edecek.

TEKELLERİ JET HIZIYLA KORU, ÇİFTÇİ HAKKINI KORUYAN YASAYI BEKLET!
Tohumculuk sektörünü, uluslararası tekellerin kucağına oturtacak yasal altyapı, maşallah dedirtecek hızda ve içerikte Meclis'ten geçirilirken, Türkiye'nin asıl zengin bitki çeşitliliğini koruması gereken yasal altyapı, yani Biyogüvenlik Yasası yıllardır Meclis gündemine gelmeyi bekliyor.

Bugün tüm Avrupa'da yaklaşık 11 bin 500 bitki türü bulunuyor. Oysa sadece Anadolu coğrafyasında 11 bin bitki türü yer alıyor ve bunun da yaklaşık 3000-3500'ünü endemik, yani, anavatanı Anadolu olan ve buradan başka bir yerde görülmeyen türler teşkil ediyor.

İşte bu zenginliğin, gelişmiş tüm ülkelerde olduğu gibi ulusal koruma altına alınması ancak Biyogüvenlik Yasası ile mümkün. ZMO İzmir Şubesi Başkanı Kamil Okyay Sındır, Türkiye'nin gen kaynakları korunumunu yasal şartlara bağlayacak olan yasanın 4 yıldır tasarı halinde bekletildiğini anımsatarak, "Tohumculuk Kanunu her ne kadar AB Uyum Paketi içinde yer aldığı ve öncelikle çıkartılması gereken yasalardan birisi olduğu yönünde bazı söylemler olsa da, AB ile yapılan müzakerelerin hiç birisinde böylesi bir yasanın çıkartılması yönünde bir talep yoktu.

Sektörün tek egemen kesimi olan çok uluslu şirketler, bu topraklarda yüzyıllardır, doğanın ve insan emeğinin oluşturduğu tohumları patentlemeye çalışıyorlar." dedi. Türk çiftçisinin binlerce yıldan gelen bilgi birikimiyle ıslah ettiği tohumlukların üzerindeki haklarını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu savunan Sındır, böylelikle temel üretim girdilerini her yıl bir önceki yıldan daha zor temin etmeye başlayacakları uyarısını yaptı.

http://www.gozlemgazetesi.com.tr/arsivsonuc.asp?ID=509

PROF.İBRAHİM SARAÇOĞLU RÖPÖRTAJI- MİLLİYET

“Genetiği değiştirilen tohumlar biyolojik silahtır”

AYŞEGÜL AYDOĞAN ATAKAN aysegul.aydogan@milliyet.com.tr

Prof. Dr. İbrahim A. Saraçoğlu hazırlanan Ulusal Biyogüvenlik Yasa Taslağı konusunda uyarıyor:
Genetik mühendisliğinin sonucu olarak geliştirilen “genetiği değiştirilmiş organizmalar” kısaca GDO olarak anılıyor. Genetiği değiştirilen tohumlarla bugün mısır, soya, domates, salatalık gibi pek çok besin elde ediliyor. Transgenik olarak da adlandırılan bu tohumlar Brezilya, Kanada, Arjantin ve ABD’de ekiliyor. Ancak GDO’lar bilim dünyasında çokça tartışılıyor. GDO’ya karşı çıkan hatta kurdukları platformla “GDO’ya Hayır” diyenler, genetiği değiştirilen tohumları “Frankeştayn tohumlar” olarak adlandırıyor. Genetiği değiştirilmiş tohumlar, son günlerde daha sık tartışılıyor. Bunun nedeni de genetiği değiştirilmiş tohumların ülkeye girmesine zemin hazırlayacağı düşünülen Ulusal Biyogüvenlik Yasa Taslağı’nın önümüzdeki dönemde TBMM’de görüşülecek olması. GDO’ya Hayır Platformu bu yasayla genleri değiştirilmiş tohumların ülkemize girmesi halinde bizleri karanlık bir geleceğin beklediğini savunuyor. GDO’ların ne olduğunu ve bunlara neden karşı çıkıldığını, bitkilerin insan sağlığı üzerindeki etkilerini araştırmasıyla tanınan Prof. Dr. İbrahim Adnan Saraçoğlu ile konuştuk.Genetiği değiştirilen organizma ve tohumlar nedir? Kendi türünden ya da kendi türü dışındaki bir canlıdan gen aktarılarak bazı özellikleri değiştirilen bitki, hayvan ya da mikroorganizmalara “genetiği değiştirilmiş organizma” (GDO) adı veriliyor.Genleri değiştirilen tohumlar kaç yıldır kullanılıyor? Türkiye GDO’lu tohumları yeni tartışmaya başladı. Halbuki GDO’ların tarihçesi 20-25 yıl öncesine dayanıyor. Belirli ülkelerde özellikle Amerika, Kanada, Brezilya bu konuda hem tarım yapıyor hem de tarım alanlarının bir kısmını çok sıkı denetim altında tutuyor. Bu ülkelerin başlangıçtaki söylemleri “Biz açlıkla savaşıyoruz” şeklindeydi. Bu tohumları insanlığın geleceğini bekleyen açlığa karşı yüksek verimli ve çevre şartlarından en az olumsuz etkilenen tohumlar olarak savundular. Ancak bunlar pahalı tohumlar. Bir kilo domates ya da salatalık tohumu bir kilo altından daha pahalı. Dolayısıyla açlıkla savaşıyoruz söylemi çok yanlış. Bu tohumların hayvan yemi olarak kullanıldığı söyleniyor... Evet şu söyleniyor, “Biz genetiği değiştirilmiş mısırları hayvanlara da veriyoruz. İnsanlar da tüketti ne oldu?” deniyordu. Halbuki bu konuda klinik deneylerin yapılması lazım. O zaman biz bunun olumlu ya da olumsuz olduğunu ortaya koyabiliriz. Viyana Üniversitesi, bu konuda bir klinik deney yaptı. Biliyorsunuz fareler çok hızlı ürerler. Genetiği değiştirilmiş mısırla beslenen farelerde dördüncü nesilden sonra bağışıklık sistemleri ve üreme genleri bozuldu. Bu farelerde sperm sayısı düşüklüğü gözleniyor ve daha ufak tefek, çelimsiz maraz hayvanlar oluyorlar.“Viyana Üniversitesi’nin araştırması ürkütücü”Genetiğiyle oynanan tohumların olası tehlikeleri neler? Bu tohumlar çok yeni ve bu kadar hızlı piyasaya girmemesi lazım. Bilim adamlarının büyük şüpheleri var. Bununla beslenen büyükbaş hayvanlar da olumsuz etkilenecekler. Onun sütüyle, etiyle veya yumurtasıyla beslenen insan ne olacak? Bunlar araştırılmış şeyler değil. Bunlar uzun vadeli araştırmalar istiyor. Başka bir boyutu da şu; bu transgen tohumlar bizi dışa bağımlı kılıyor. Ticari boyutuna baktığınız zaman siz bunu devamlı yurtdışından almak zorundasınız. Bu dışa bağımlılıktır. Henry Kissinger’in bir lafı vardır; “Petrolü kontrol ederseniz ülkeleri yönetirsiniz, gıdayı kontrol ederseniz insanları yönetirsiniz” der. İşte bugün o duruma gelinmiştir. Diğer bir boyutu, genleriyle oynanmış transgen bir tohumu veya gen ilave edilen bir tohumu toprağa ektiğiniz zaman topraktaki mikroorganizmaları, bakteri popülasyonunu bozuyor. Yani ekolojik dengeyi de bozuyor. Kesinlikle. Bunu bir örnekle açıklayayım. BT mısır diyoruz. Bu BT bir bakterinin ismidir. Bu bakteri bir toksin salgılar. Bu salgılattığı toksin, toprakta ağaç köklerine yakın yerlerde bulunur. Bu toksinler mısır püskülünden içeri giren parazit için gerekli bir zehirdir. Dolayısıyla şimdi BT bakterisinin ürettiği bu toksinin geni alınıyor, mısırın genine yerleştiriliyor. Peki ne oluyor toprağa ektiğimiz bu mısır? BT bakterisinden transfer edilen bu toksin geni mısırın gövdesinde, yapraklarında püskülünde ve tohumlarında her yerinde oluyor. Bunu parazit ısırdığı zaman anında ölüyor. Burada doğanın, ekolojik dengenin bir parçası olan bu paraziti ekolojik dengenin dışına çıkarmış oluyorsunuz. Dolayısıyla dengeyi bozmuş oluyorsunuz. Bu anlamda tohum bir biyolojik silah mıdır? Evet, tohum bir biyolojik silahtır. Biyolojik silah olarak kullanılabilir mi? Transgenik tohumlar mikrobiyolojik florayı bozmakta ve bazı parazitleri de tamamen ortadan kaldırmaktadır. O nedenle biyolojik silah olduğunu söylüyorum. Neticede dengeyi bozuyorsunuz. Madem ki bir paraziti öldürebiliyorsunuz, bunu insana karşı da diğer hayvanlara karşı da yapabilirsiniz. Doğaya zararlarının yanı sıra insan sağlığı üzerine zararları biliniyor mu? Bu tohumlar çiçek açtığı zaman polenleri de aynı geni taşıdığı için çevredeki bitkiler üzerinde tür değişimlerine neden oluyor. İnsanlarda da alerjiye olan yatkınlığı artırıyor. Viyana Üniversitesi’nin araştırmasının sonuçları gerçekten ürkütücü. “İthal gıdalarda katkı maddesi olarak Türkiye’ye gelmiş olabilir”Türkiye’de de GDO’lar var mı sizce? Türkiye’de olmadığı söyleniyor. Ama yurtdışından gelen bazı gıda maddelerinde katkı maddesi olarak bulunabilir. İthal edilen transgenik tohumların mutlak suretle laboratuvarda kontrol edilerek ithal izninin verilmesi lazım. Kendi tohumlarımızı çok iyi korumamız lazım. Bugün Güneydoğu Anadolu Bölgesi ve Doğu Anadolu Bölgesi’nin güneyi buğday, mercimek ve nohutta bir gen bankasıdır. Buğdayın, elmanın birçok türü var. Bu türler Türkiye’de gen bankasında koruma altına alınmış. GDO’ların kısır tohumlar olduğu söyleniyor. Kısır tohum ne anlama geliyor? Bu tohumlar aynı zamanda “irreversible” yani geri dönüşü yok. En acı olan tarafı da bu. GDO’lu tohumu toprağa ektiğiniz zaman mısırı alıyorsunuz ama koçanının üzerindeki mısırı tekrar toprağa ektiğinizde ürün alamıyorsunuz. Tekrar tohumu yurtdışından almanız gerek. Kısır tohum budur. Hem toprağı hem çevreyi hem de o çevrede yaşayan ve bunu tüketen tüm canlıları olumsuz etkiliyorsunuz. Sonra normal tohum da ekseniz sonuç alamıyorsunuz. Tohumu sürekli almalısınız, dışa bağımlısınız. Frankeştayn ürünler doğabilirKaç çeşit gıda var genetiğiyle oynanan? O kadar çok var ki. Özellikle mısır, soya, domates, brokoli. Frankeştayn ürünler ortaya çıkacak deniyorBunlar tabii ki artık ütopya ya da hayal değil. İstenilirse yapılabilir. Normal bir aşılama yöntemi vardır, kalem aşısı dediğimiz. Bir kayısı ağacının yarısını erik yaparsınız diğer yarısını şeftali yapabilirsiniz. Ama burada dikkat ederseniz bir bakteriyle bir bakliyatın çiftleşmesini, döllenmesini sağlıyorsunuz ki bu doğanın yapısında olmayan bir şey. Gen teknolojisinin daha çok önemli hipotezlere, yasal zemine ihtiyacı var. İnsan sağlığını doğrudan etkileyecek çalışmaları çok erken buluyorum. En az 150-200 yıl var. Bunlar bırakın sağlık açısından güvenilirliği, henüz biyolojik yapıları da kanıtlanmamış ürünler. Bunların araştırılması ve laboratuvar dışına çıkarılmaması gerekiyor.

http://www.milliyet.com.tr/Pazar/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetay&KategoriID=26&ArticleID=1119024&Date=19.07.2009&b=%93Genetigi%20degistirilen%20tohumlar%20biyolojik%20silahtir%94&ver=09

YAPRAK KIVRILMASINA UYGULANMIŞ ÖNERİ - PDA üyesinden

Günaydın,

PDA'dan ve başka kaynaklardan öğrendiklerimi yaprak kıvrılması olan pembe domateslerime uyguladım.Sonuç mükemmeldi.İşlem ise hem çok ucuz hem çok kolay kırmızı acı biberi suyla kaynattım.İçine adaçayı yapraklarını da koydum.soğutup süzdükten sonra bir pompa ile yapraklara sıktım.Çabucak ve kesin sonuç aldım.Bir daha ki sefere adaçayı yerine pelinotu kullanacağım.

Nesrin Aykurt

PROF.DR.TAYFUN ÖZKAYA nın GDO düşüncesi

Cemil Gürleyik
PDA-Tepeören/Tuzla



Ulusal Güvenlik - Strateji : İNSANLIĞIN SONUNU GETİRECEK OLAN PROJE GDO
Gönderen Haberci Sunun üzerinde 10.06.2009 05:35:38 (80 okur) _NW_NEWSSAMEAUTHORLINK

Önce köleleştirir, sonra öldürür!
Prof. Dr. Tayfun Özkaya’ya sorduk.
Herkes giden Mersin’e Türkiye gider tersine! Evet Avrupa ülkeleri bir bir GDO’yu yasaklarken Türkiye’de Bakanlar Kurulun tasarıyı onaylamak için gün sayıyor. Peki ama zararlarını bile bile neden bu yapılıyor?
İşte Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölümü’nden Prof. Dr. Tayfun Özkaya’nın açıklamaları…
Hükümet, genetiği değiştirilmiş bitkilerin üretimine izin verilmesine yeşil ışık yakmış. Önce Genetiği Değiştirilmiş Organizmaları (kısaca GDO diyoruz) tanımlayalım. Kendi türünden ya da kendi türü dışındaki bir canlıdan gen aktarılarak bazı özellikleri değiştirilen bitki, hayvan ya da mikroorganizmalara “Genetiği Değiştirilmiş Organizma” diyoruz.
Genleri; canlıların kuşaktan kuşağa geçen özelliklerini (hastalıklara dayanıklılık veya yüksek verim gibi) şifreleyen birimler olarak düşünelim. Örnek olarak pamuğa başka türlerden (örneğin çilekten), hatta bakterilerden (yani düpedüz mikroplardan) veya hayvanlardan özellikler aktararak (genlerle bu aktarma oluyor) güya daha verimli ve gene güya hastalıklara dayanıklı, böylece daha az mücadele ilacı kullanılacak bitkiler elde edileceği ileri sürülüyor. Benzer şekilde hayvanlarda da GDO uygulamaları yapılabiliyor.
Bakanlar Kurulunda ele alınan tasarıyı açıklayan Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek şunları söylemiş:
“Kanunun yürürlüğe girmesiyle genetiği değiştirilmiş bitkilerin üretimine izin verilmesinin önü açılacak. Kanunla konulan değişik seviyelerdeki bilimsel eleklerden geçen ve sosyo-ekonomik değerlendirmede yeterli bulunan genetiği değiştirilmiş bitkiler ancak üretim hakkını elde edebilecektir. Genetiği değiştirilmiş bitkilerin izinsiz kullanımı, biyolojik çeşitlilik merkezleri ve organik tarım yapılan alanlara yakın üretimlerle bebek mamaları ve küçük çocuk besinlerinde özel amaçla geliştirilenler hariç kullanımı yasaklanmıştır.”
Açıklamadan anlaşılıyor ki GDO’lu bitkiler bebeklere, küçük çocuklara zararlıdır. Ayrıca organik tarım alanlarına ve biyolojik çeşitlilik merkezlerine (örneğin buğdayın yabani atalarının zengin olarak bulunduğu yerlere) de zarar vereceği kabul edilmektedir. Bebeklere ve küçük çocuklara zarar veren GDO’lar nasıl oluyor da yetişkinlere zarar vermiyor? Yetişkinleri gözden mi çıkardık?
GDO’lu mısır ürünleri yiyen bir anne bebeğine süt verirse bu bebeğe zarar vermeyecek midir? Unutmayalım ki nişasta bazlı (mısırdan yapılan) şeker yüzlerce üründe kullanılmaktadır. Ülkemiz ayrıca dünyada tarımın ilk başladığı “verimli hilal” denilen bölge içindedir. Buğday, arpa, bezelye, mercimek, nohut gibi bitkiler bu bölgede kültüre alınmıştır. Ülkemiz biyolojik çeşitlilik merkezlerince çok zengindir. Ayrıca organik tarımı yaygınlaştırma istekleri mayınlı arazilerde de görüldüğü gibi bizzat yönetimce paylaşılmaktadır. Peki, nasıl olacak? Bir yandan organik tarım bir yandan onu ve geleneksel hatta endüstriyel tarımı tehdit eden GDO’lu ekimler?
GDO’lu tohumların üstün özellikleri olduğu, tarım ilaçlarının kullanımını azalttığı yönünde propagandalar yapılıyor. Bunlar ne kadar gerçek, yakından bakalım. Elimde bir kitap var. GDO’ları savunmak için basılmış. Adı “GDO Gerçeği”. Türkiye Gıda ve İçecek Sanayi Dernekleri Federasyonu tarafından 2004’de yayınlanmış ve bu konudaki bir konferansın metinlerini içeriyor. Adından eleştirel yaklaşan bir kitap olduğunu sanıyorsunuz, ancak değil. GDO’ları destekliyor.
İşte bu kitapta yabancı bir kaynağa dayanılarak verilen bir istatistikten anlıyoruz ki 2001 yılında dünyada transgenik (yani GDO’lu) bitkilerin alan olarak %77’si herbisite (ot öldürücü ilaçlar) dayanıklılık, %15’i böceklere dayanıklılık, %8’i her ikisine dayanıklılık, %1’den azı ise virüslere dayanıklılık içeriyor. Toplarsak % 85’i herbisite dayanıklılık göstermektedir. Bilmeyenler için biraz açalım. Herbisitler otları öldürürken, ana bitkiye de (örneğin pamuk veya mısır) az çok zarar vermektedir. GDO’lu tohumu üreten firma aynı zamanda herbisiti de üretmektedir. Tohumunu sattığı çeşit herbisitten az zarar görmektedir. Çiftçi de rahatlıkla korkmadan herbisiti kullanabileceğini düşünüyor. GDO’lu tohumların ekildiği ABD ve diğer ülkelerde herbisit kullanımının roket gibi yükseldiği biliniyor. ABD Tarım Bakanlığı bu artışı açıklamaktadır. GDO efsanesinin ne kadar yanlış olduğu ve ilaç kullanımının azalmak şöyle dursun arttığı açıktır.
Belki bazılarınız böceklere dayanıklılık özelliği taşıyan GDO’lu tohumlarla üretilen bitkilerde böcek öldürücü kullanımının azaldığını zannedebilir. Bulgular bu konuda da efsane ile gerçeğin uyuşmadığını ortaya koyuyor. Örneğin GDO’lu pamuğu ele alalım. Toprakta bulunan bir bakteri (yani mikrop) olan ve kısaca Bt denilen Bacillus Thuringiensis’e ait bazı genler pamuğa aktarılmaktadır. Bu pamuk tohumuna Bt pamuk denmektedir. Böylelikle pamuk tırtılları öldürme özelliği kazanmaktadır. İddia böylelikle böcek öldürücü kullanmadan bitki yetiştirilebileceğidir. İlk yapılan denemeler bu yönde bir durumu ortaya koymuşsa da, çiftçilerin deneyimleri gerçeğin ters yönde olduğunu ortaya koymuştur.
Örneğin Hindistan’da iki araştırmacı normal pamuk ekenlerin, Bt pamuk ekenlere göre % 60 daha fazla gelir elde ettiklerini ortaya koymuşlardır. (Seedling, January 2007, “Bt Cotton- The Facts Behind the Hype” http://www.grain.org/seedling/?id=457) Bt pamuk ekenlerin ilaç kullanımını azaltamadıkları ve verimi arttıramadıkları araştırmacılarca saptanmıştır. Grain adlı saygın biyoçeşitlilik kuruluşunun yayınladığı Seedling adlı dergide başka pek çok ülkede yapılan araştırma ve gözlemlerin benzer yolda bulgular içerdiği ortaya konmuştur. Bt pamuk solgunluğa daha fazla eğilim göstermektedir. Bu gelişmeler sonucu Hindistan’da tohum satan dükkânlar yakılmıştır. 2003’ten bu yana bu nedenle intihar eden çiftçi sayısının 16 bini aştığı bildiriliyor.
Gene bir grup bilim insanı tarafından Nisan 2009’da yapılan bir araştırmada GDO’lu çeşitlerin bir verim üstünlüğü olmadığı, çevreye ve sağlığa zararlarının göze alınamayacağı belirtilmektedir. (http://www.ucsusa.org, Failure to Yield- Evaluating the Performance of Genetically Engineered Crops, Union of Concerned Scientists) Araştırmacılar organik tarım ve düşük girdili tarım gibi seçeneklerin tamamen bilgiye dayanarak çok daha yüksek verim artışları ortaya koyabildiğini vurgulamaktadırlar.
Verimi arttıracak ve tarımsal mücadele ilaçlarının kullanımını azaltacak, hatta sıfırlayacak başka teknolojiler bulunmaktadır. Bunlardan biri de “Entegre Zararlı Yönetimidir”. Buna ingilizce kısaca IPM deniyor. Pamuk dünyada da en fazla tarım ilacı kullanılan bir üründür. Bu yöntemde birçok yollar denenmektedir. Böceğin böceğe yedirilmesi bunlardan biridir. Mali’de 1140 çiftçinin katıldığı bir çalışmada bu yöntemleri kullanan çiftçilerin hiç ilaç kullanmadan, ilaç kullanarak pamuk yetiştiren çiftçilerden %21 daha fazla verim aldıkları saptanılmıştır. (Seeding, aynı makale) IPM denilen bu yaklaşımlar dev tarım şirketleri tarafından pek sevilmez. Çünkü bu yaklaşımlarla çiftçiye tohum, ilaç gibi satılacak bir şey yoktur. Çiftçiler bu yaklaşımla güç kazanırlar, kendilerine güvenleri artar.
Ülkemizde de bu yaklaşımın hala emeklemekte olduğunu kaydedelim. Ne yazık ki bazı büyük çiftçi kuruluşları bu tür çevreci ve çiftçiden yana yaklaşımlara rağbet göstermemekte, GDO’ya heves etmektedirler.
Dev tohum şirketlerinde sadece bir avuç hisse sahibinin çok kâr elde etmesi için, yeni bitkiler yarattığını düşünen teknokrat doğaya ve bütün bir insanlığa zulüm yapmaktadır. Bu yapılan işi bilim diye kutsamaya çalışmak, atom bombasının bol bol üretilip kullanılmasını savunmaktan pek farklı değildir. Yansız bilim insanları da var. İskoçya Rowett Enstitüsünde Dr. Arpad Pusztai'nin genetiği değiştirilmiş patates ile beslediği farelerin tümünün iç organlarında küçülme, sindirim sistemlerinde bozukluk, bağışık sistemlerinde çökme görüldü. Pusztai sonucun açık olarak yıkıcı olduğunu gördüğünde gerçeği söylemekten kaçınmamıştı. Güçlüler Pusztai’yi işinden attırdılar.
Rusya Bilimler Akademisi'nden Dr. İrina Ermakova'nın fareler üzerinde yaptığı denemede, genetiği değiştirilmiş soya ile beslenen farelerin yavrularının yüzde 55,6'sı, doğumdan 3 hafta sonra öldü.
Modern teknolojiden şüphesiz yanayız. Biyoteknoloji yararlı şekillerde kullanılacaktır. Buna şüphe yok. Ancak GDO’lu tohumlar şirketlerin elinde kâr makinesine dönüşmüştür. İlaç kullanımını azalttığı, verimi arttırdığı masaldır.
GDO’lu tohumlardan yarar sağlayacak olanlar büyük tohum ve ilaç şirketleridir. Çiftçiler bu tohumları bir daha kullanamayacaklarından ve bir süre sonra yayıldığı bölgede başka bir çeşidi yetiştirmeleri bulaşmalarla zorlaştığı için şirketin köleleri haline geleceklerdir.
iyibilgi.com özelGönderi: Naci Kaptan

HİNDİSTANDAKİ HARDAL TOĞUMU HİKAYESİ - Sunay Demircan ın yazısı


İnsanın İçini Şişiren Bir Yazı
Sunay Demircan
Yaklaşık 10 türü olan, bildiğimiz sarı çiçekli hardal otudur bu yazının kahramanı. Hazret aslen Akdenizlidir. Avrupa’ya, Amerika’ya ve öykümüzün geçtiği Hindistan’a sonradan taşınmış.
Hintliler hardal otunu en çok hardal yağı olarak tüketiyorlar. Küçük çiftçiler hardal otunu buğdayla birlikte ekiyorlar. Hasat ediliyor, kurutuluyor ve sonra hardal yağı çıkartan küçük işletmelere satılıyor. Yoğun kokulu olmakla birlikte, yenilebilen yağlar içinde en az doymuş yağ barındıran (%5) hardal yağı yoksul Hintlinin yegâne yemeklik yağı.
Ayrıca sarımsak ve hintsafranı ile karıştırılarak kullanıldığında (içilerek değil, sürülerek) romatizma ve kas ağrılarına iyi geldiği biliniyor. Antiseptik olarak da kullanılıyor. Evlerde aydınlanma amacıyla kandillerde yakılıyor, sivrisinek kovucu (bu özelliği ile sıtmaya karşı ciddi bir koruyucudur)…
İşte böyle. Hindistan’da, 1998 yılına kadar, milyonlarca küçük çiftçi hardal otu tarımı yapar ve yüz binlerce küçük işletmede yerel hardal tohumlarından yağ çıkartılır ve yoksulların yağ ihtiyacını karşılardı.
1998 yılında, aniden bir şey oldu. Başkent Delhi’de üretilen hardal yağlarına “bilinmeyen bir nedenle” yabancı maddeler karıştığı ortaya çıktı. 41 kişi öldü, binlerce kişi etkilendi. Hemen ardından hükümet hardal yağı üretimini yasakladı. Tam da o sırada, tesadüf bu ya, ABD soya üreticileri derneği Hindistan’a gelmiş, soya’nın (ve tabii soya yağının da) faziletlerini Hintlilere tanıtıyordu.
Hardal yağı yasaklanınca, hardal otu eken küçük çiftçi ürününü satamadı, hardal yağı tüketen gariban Hintli evine yağ sokamadı, kaçak yağ üreten küçük işletmeler suç işledikleri için ceza aldı, kapatıldı. Böylece, Hintliler yüzlerce yıldır kullandıkları hardal yağını ve hardal tarımını bir yıl içinde (mucizevî bir şekilde) bırakmak zorunda kaldılar. Hardal yağıyla birlikte gelişmiş olan tedavi yöntemlerini de terk ettiler…
Ee, madem hardal yağı bitti, gelsin soya yağı denildi. Hindistan’da ilk etapta en az 2.3 milyar Dolar büyüklüğünde soya piyasası olduğu hesaplandı. Birden bire milyonlarca ton soya tohumu ithal edildi.
Sihirli bir el yukardan uzanmış, hardalı çıkartıp yerine (%18 gibi göreli çok daha düşük miktarda yağ içeren) soyayı koymuştu. Ama gelen soya tohumu GDO’luydu. Yani, Genetiği Değiştirilmiş Organizma. Yani, içinde bir bakteri, bir petunya ve bir karnabahar geni aşılanmış bir yaratık. Bildiğimiz, tanrının insanlar-hayvanlar yesin diye yarattığı doğal bitki değil yani. Öyle bir yaratık ki, arıların dahi polenlerine ortak olmasına izin vermeyebiliyor. Elde ettiğiniz ürünü yeniden ekip bitki elde edemiyorsunuz. Yani, tohumlar kendilerini üretemiyorlar. Tohumu sadece şirket üretiyor. İyi mi?
İş bununla bitmiyor tabii. Şirket o tohumun, hatta içindeki genin dahi patentini alıyor ve tüm dünyada o tohumların sahibi oluyor.
İş bununla da bitmiyor, diyelim ki sizin komşunuz bu yaratıklardan ekti tarlasına, bir rüzgâr esti, o yaratıkların genleri gelip sizin tarlanızdaki yerli türlerle karşılaştı. Bu sentetik yaratıkların genleri baskın olduğu için sizinkilerin genetik özelliklerini de değiştiriveriyor. Artık mecbursun onlardan tohum alıp, onların istediği ürünü ekmeye. Nasıl ama?
Dönelim bizim hardal yağı düşkünü Hintlilere. Sanıyorsunuz ki o garipler hardal ekemez hale gelince soya ekmeye başladılar. Yok öyle yağma! Bir kere soya her toprakta yetişemiyor. Su istiyor, bakım istiyor, masraf istiyor… Sonra, soya tohumunu (diğer tüm GDO lu bitkilerde olduğu gibi) köylü kendi hasadından ayıramıyor, komşusuyla değiş tokuş yapamıyor. Her yıl dünyanın parasını verip malum şirketlerden satın almak zorunda.
Bir kocaman “geçmiş olsun!” hak ettiler değil mi? Bakalım Hintliyi ağır kokulu hardal yağından kurtaran şirketlerin halleri nicedir? Küresel ölçekte tohum piyasasını ellerinde tutan 4-5 şirket var. Bunlardan en büyüğü de Monsanto. Bütün dünyayı olduğu gibi, Hintliyi de soyayla tanıştıran onlar. Monsanto her şeyiyle büyük bir şirket. Şeffaflar, demokratikler, hayırseverler, insan haklarına saygılılar, çevreciler.
Finansal performansına baktığımızda, 2007 yılının ilk 6 ayındaki net satışlarının 4 milyar ABD Dolarını geçtiğini görüyoruz. Net gelir ise (yine 6 aylık) 633 milyon dolar. Geçen yıla göre %27 artmış kazançları. Sosyal sorumluluk bilinci çerçevesinde hayır işlerini ihmal etmemişler. Web sayfalarından öğreniyoruz ki, hayır amaçlı hibeler de veriyorlar. Bir bölümü çevrenin ve doğal ekosistemlerin korunması amaçlı olan bu hibelerin geçen üç yıldaki miktarı 28.4 milyon ABD doları. Bu dönemde dağıtacağı miktar da 8.4 milyon Dolar.
Muhtemeldir ki “Hindistan’da yerel değerlerin korunması” başlıklı bir proje de bu hibelerden destekleniyordur.
Monsanto’nun yerel inançlara da saygılı ve destekleyici olduğunu görüyoruz. Örneğin Hindistan’da melez pamuk tohumunu satmak için Pencap eyaletinde Sih dininin kurucusu Guru Nanak’ın imajını kullanarak pazarlama kampanyasını yürütmüş hazretler.
Takdir duygularınızı göklere çıkartmak için belirtmemiz gerekiyor ki, Monsanto’nun 2006 yılı Ağustos ayında, kurum olarak yayınladığı bir insan hakları politikası belgesi de var. Bu belgede özetle şunları söylemişler: “Çocuk emeğinin sömürülmesini asla hoş karşılamayız; zorla eleman çalıştırmaya, borca atfen işçiliğe, köle işçiliğe, gönülsüz emek kullanımına karşıyız; ırk, dil, renk, cinsel eğilim… ayrımcılığını kınar ve kendi iş yerlerimizde yasaklarız; örgütlenme özgürlüğünü savunur ve çalışanlarımızın özgürce derneklere, sendikalara üye olmalarını teşvik ederiz…” İnsan daha ne ister?
Az kaldı unutuyordum, Monsanto her ihtimale karşı, Hindistan’da artık ekilmeyen yerel hardal bitkisi India brassica’nın da patentini aldı. Ne olur ne olmaz, bir gün hardal yağına konan yasak kalkar da gariban Hintli hardal otu ekmeye başlarsa yine, insan haklarına ve çevreye saygılı bir şirketten tohumlarını alsınlar diyedir herhalde.
Nasıl içiniz şişti mi?
“Anam yer babam gök” diyen Bektaşi’nin nefesini yeniden hatırlamamız lazım, zira bunlar yakında ruhlarımızı da patentleyecekler.


(Bu yazının hazırlanmasında Vandana Shiva’nın Çalınmış Hasat/bgst yayinları, kitabından ve http://www.monsanto.com/ adresinden yararlanıldı)
bgst@bgst.org 0212 2511921 Tomtom Mahallesi, Kaymakam Reşat Bey Sok. 9/1 Beyoğlu - İstanbul

BGST web sitesinde yayımlanan yazılar/çeviriler BGST sitesindeki orijinal linki verilerek kaynak gösterilmek ve yazarının/çevirmeninin adı mutlaka belirtilmek kaydıyla, ayrıca bir izin almadan internet üzerinden elektronik ortamda kullanılabilir. Yazı ve çevirilerin basılı ortamda kullanımı için yazar/çevirmenin izni gereklidir.

http://www.bgst.org/keab/sd20071009.asp